“BAKARA SÛRESİNİN SONUNDA
İKİ ÂYET VARDIR Kİ,
BİR GECEDE OKUYANA ONLAR YETER!..”
(Buhârî)
“ÎMÂN, altı rüknünden çıkan
öyle bir vahdânî – birliği olan – hakîkattir ki,
tefrik – ayırma – kabûl etmez ve öyle bir küllîdir ki,
tecezzî –bölünme – kaldırmaz
ve öyle bir külldür – bütündür – ki,
kābil-i inkısâm – parçalanması mümkün – olmaz.
Çünki her bir RÜKN-İ ÎMÂNÎ – îman esâsı -,
kendini isbât eden hüccetleriyle
sâir ERKÂN-I ÎMÂNİYEYİ – altı iman esasatını – isbât eder…
Her biri her birisine gāyet kuvvetli
bir hüccet-i a‘zam – en büyük delil – olur.
Öyle ise,
bütün erkânı bütün delilleriyle sarsmayan bir fikr-i bâtıl,
hakîkat nazarında
bir tek rüknü, belki bir hakîkatini ibtâl edip inkâr edemez!…”
“Bâki bir saltanat-ı rububiyet ve ebedî ve daimî bir hâkimiyet-i ulûhiyet,
hiç mümkün müdür
ve hiç akıl kabul eder mi
ve hiçbir ihtimal var mı ki, o ebedî ve sermedî
ve bâki ve daimî saltanatın bâki bir makarrı
ve daimî bir medarı ve sermedî bir mazharı olan DÂR-I ÂHİRET olmasın?
Bin defa hâşâ!…
Bu kâinatı öyle bir ziyafetgâh ve bir teşhirgâh ve öyle bir seyrangâh ki,
hadsiz çeşit çeşit, leziz nimetler
ve gayet antika, hadsiz harika san’atlar içinde dizilmiş bir tarzda
halk eden bir Sâni-i Rahîm ve Kerîm,
hiç mümkün müdür ve hiç akıl kabul eder mi ki,
o ziyafetgâhtaki zîşuur mahlûklarla konuşmasın
ve onlara o NİMETLERE MUKÀBİL ELÇİLERİ
– peygamberleri- – vasıtasıyla
vazife-i teşekküriyeyi ve tezahür-ü rahmetine ve sevdirmesine karşı
vazife-i ubudiyeti bildirmesin.
Hâşâ, binler hâşâ!..
Her bir san’atıyla kendini hem tanıttırmak,
hem sevdirmek, hem bir çeşit mânevî cemâlini göstermek ister bir tarzda
bu kâinatı antika san’atlarla süslendirdiği
halde kâinattaki zîhayatın kumandanları olan
insanlara onların büyüklerinden bir kısmıyla konuşup
ELÇİ – NEBÎ – olarak göndermesin;
güzel san’atları takdirsiz ve fevkalâde hüsn-ü esmâsı tahsinsiz
ve tanıttırması ve sevdirmesi mukabelesiz kalsın?..
Hâşâ, yüz bin hâşâ!…
Hem hiç akıl kabul eder mi ki,
kâinattaki makàsıd-ı İlâhiyesini bir fermanla bildirmesin?
Ve muammâsını açacak ve
“Mahlûkat ne yerden geliyorlar?
Ve ne yere gidecekler?
Ve niçin böyle kàfile kàfile
arkasında buraya gelip bir parça durup geçiyorlar?”
diye üç dehşetli sual-i umumîyehakiki cevap verecek
KUR’ÂN gibi bir kitabı göndermesin?
Hâşâ!..
Hikmet ve rahmetinin tecellîleri ve tahakkukları için
koca CENNET VE CEHENNEMİ ve SIRAT ve MİZAN-I EKBERİ
yaratan bir Hâkim-i Hakîm ve bir Alîm-i Rahîm,
insanların kâinatı alâkadar eden amellerini yazdırmasın
ve mücâzâtve mükâfatiçin fiillerini kaydettirmesin
ve seyyiat ve hasenatlarını kaderin levhalarında yazmasın?
Hâşâ,
KADERİn
LEVH-İ MAHFUZ’unda yazılan harfleri adedince hâşâ!…
Demek,
iman-ı billâh hakikatı, hüccetleriyle hem melâikeye iman,
hem KADERE İMAN hakikatlerini dahi kat’î ispat eder.
Güneş gündüzü
ve gündüz güneşi gösterdiği gibi, imanın rükünleri birbirini ispat ederler!..”
(Şuâ‘lar, 11. Şuâ‘, 227)
“Göklerde ne var, yerde ne varsa Allah’ındır.
İçinizde olanı açıklasanız da onu gizleseniz de,
Allah sizi onunla hesâba çeker.
Bununla berâber (O,) dilediği kimseyi (kendi lütfundan) bağışlar,
dilediği kimseye de (hak ettiği için) azâb eder.
Ve Allah, herşeye hakkıyla gücü yetendir!..”
(Bakara,284)
Müslim’in naklettiği bir hadis (“Îmân”, 199) bu âyet geldiğinde
sahâbenin onu nasıl anladıklarını ortaya koymak suretiyle
âyetin yorumuna ışık tutmaktadır.
Rivayet özetle şöyledir:
Bu âyet nâzil olunca sahâbeye ondan anladıkları ağır gelmiş,
Resûlullah(ﷺ)’ın huzuruna gelerek diz çökmüş ve
“Ey Allah’ın elçisi! Namaz, oruç, cihad, sadaka (zekât) gibi
gücümüzün yettiği amellerle yükümlü kılındık
(bunlara bir diyeceğimiz yok”.
Şimdi ise size bu âyet geldi; buna uymaya gücümüz yetmez!” demişlerdi.
Resûlullah(ﷺ),
“Sizden önceki iki kitabın tâbileri gibi siz de
‘Duyduk ve uymadık’ mı diyeceksiniz?
Oysa ‘Duyduk, itaat ettik.
Senin bağışlamanı dileriz Ey Rabbimiz, gidiş sanadır’ demeniz gerekir”
buyurmuş, onlar da aynen böyle söylemişler,
bu cümleyi tekrarladıkça dilleri de buna alışmıştı.
Bunun üzerine -onların bu tutumunu öven- 285. âyet,
daha sonra da 284. âyete açıklık getiren
ve bir bakıma sahâbenin bu âyetle ilgili yukarıdaki anlayışlarını düzelten
“Allah hiçbir kimseyi gücünün yetmediği bir şeyle yükümlü kılmaz…”
meâlindeki 286. âyet nâzil olmuştur.
Müslim yukarıda özetlenen rivayetin ardından
aynı konuyla yakından ilgisi bulunan şu meâldeki hadisleri de nakletmiştir:
“Allah ümmetimin
içinden geçirdiklerini –söylemedikçe ve yapmadıkça– bağışlamıştır.”
(“Îmân”, 201-202).
“-Kulum iyi bir şeyi yapmaya niyetlendiği zaman ona bir sevap yazarım,
onu yaptığı zaman ise ondan 700’e kadar katlayarak sevap yazarım.
-Kötü bir şey yapmaya niyetlenip de onu yapmadığı zaman günah yazmam,
yaptığı takdirde ise bir günah yazarım”
(Müslim, “Îmân”, 204-207).
Sahâbe Resûlullah(ﷺ)’a gelerek zihinlerinden,
inançla ilgili olup açıklamaları mümkün olmayan
bazı kötü düşüncelerin gelip geçtiğini söylediklerinde
Allah’ın elçisi kendilerine şu cevabı vermiştir:
“O imanın ta kendisidir..”
(Müslim, “Îmân”, 209).
Sûrenin başında Allah’ın iyi kullarının gayb âlemine,
doğru yolu göstermek üzere gönderilmiş Kur’an’a
ve ondan önce gelen kitaplara iman ettikleri,
namazı kılıp zekâtı verdikleri,
Allah’ın verdiklerinden O’nun rızâsı için harcamalar yaptıkları,
bu iman ve güzel ameller sayesinde
Allah rızâsına uygun bir hayat sürüp
iki cihan saadetine nâil oldukları zikredilmişti…
Mümin aklı böyle düşünür,
mümin gönlü böyle ister ve beklerdi…
Fakat Allah’ın imtihan için kullarına verdiği
akıl, irade, nefis, yine bu maksatla insanlara musallat olan şeytan
milyarlarca insan için doğru yolun ve hak dinin engelleri olmuş,
müminin beklentisinin aksine insanların hakkıyla şükredenleri,
küfür ve nankörlük içinde olanlardan az bulunmuştur.
Bu çokluk karşısında müminler,
kendi güç ve gayretleri yanında
ve ondan daha çok yüce Allah’ın yardımına sığınmak durumundadırlar
(İ.H.Elmalılı)
“Sen bizim Mevlâmız’sın, inkârcılara karşı bize yardım et!”
(Bakara, 286)
Bab-ı Şefkat NUR