ORUCUN EKMELİ İSE,
Mİ‘DE GİBİ BÜTÜN DUYGULARI,
GÖZÜ, KULAĞI, KALBİ, HAYÂLİ, FİKRİ GİBİ
CİHÂZÂT-I İNSÂNİYEYE DAHİ BİR NEVİ‘ ORUÇ TUTTURMAKTIR.
“Ey îmân edenler!
Sizden evvelkilere farz kılındığı gibi,
oruç tutmak (sizin de) üzerinize
farz kılındı; tâ ki (günahlardan) sakınasınız!..”
(Bakara 183)
“Sayılı günler olarak (oruç size farz kılındı)!
Fakat içinizden kim hasta olur veya yolculukta bulunursa,
artık (tutamadığı günler) sayısınca başka günler(de oruç tutsun)!
Ona gücü yetmeyenlerin üzerine ise, (tutamadıkları her gün için)
bir fakirin (bir günlük) yiyeceği kadar fidye (verme borcu) vardır.
Buna rağmen kim gönlünden koparak bir hayır işlerse (daha fazla verirse),
o takdirde bu, onun için daha hayırlıdır.
Bununla berâber bilirseniz,
(güçlüğüne rağmen) oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır!..”
(Bakara 184)
“(O sayılı günler) Ramazan ayıdır ki, insanlara doğru yolu göstermek
ve hidâyet ile furkandan (hak ile bâtılı ayıran hükümlerden)
apaçık deliller olmak üzere, Kur’ân onda indirilmiştir.
Öyle ise içinizden kim o aya erişirse, artık onda oruç tutsun!
Kim de hasta olur veya yolculukta bulunursa,
artık (onun üzerine, tutamadığı günler) sayısınca
başka günler(de oruç tutma borcu) vardır.
Allah size kolaylık ister ve size zorluk istemez.
İşte (bütün bunlar) sayıyı tamamlamanız
ve sizi hidâyete erdirmesine mukābil
(tekbir getirerek) Allah’ı büyük tanımanız içindir; hem tâ ki şükredesiniz!..”
(Bakara 185)
“Orucun ekmeli ise, mi‘de gibi bütün duyguları,
gözü, kulağı, kalbi, hayâli, fikri gibi
cihâzât-ı insâniyeye dahi bir nevi‘ oruç tutturmaktır.
Yani muharremâttan -haram şeylerden-,
mâlâyâniyâttan – lüzumsuz şeylerden- çekmek
ve her birisine mahsus ubûdiyete – kulluğa– sevk etmektir.
Meselâ,
dilini yalandan, gıybetten ve galiz –kaba-
ta‘birlerden ayırmakla
ona oruç tutturmak ve o lisânı, tilâvet-i Kur’ân
ve zikir ve tesbih ve salavât ve istiğfar gibi şeylerle meşgûl etmek
(…) gibi sâir cihâzâta da bir nevi‘ oruç tutturmaktır.”
(Mektûbât, 29. Mektûb, 252)
“Kur’ân-ı Hakîm,
mâdem Şehr-i Ramazan’da nüzûl etmiş –inmiş-;
o Kur’ân’ın
zamân-ı nüzûlünü istihzâr –hatırlamak- ile
o semâvî hitâbı hüsn-i istikbâl etmek -güzel karşılamak- için
Ramazân-ı Şerîf’te
nefsin hâcât-ı süfliyesinden -âdî ihtiyaçlarında-
ve mâlâyâniyât-ı hâlâttan tecerrüd -lüzumsuz hâllerden sıyrılmak-
ve ekl ü şürbün -yeme içmenin- terkiyle
melekiyet vaziyetine benzemek
ve bir sûrette
o Kur’ân’ı yeni nâzil oluyor gibi okumak
ve dinlemek ve ondaki hitâbât-ı İlâhiyeyi,
güyâ geldiği ân-ı nüzulünde -iniş ânında- dinlemek
ve o hitâbı
Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’dan işitiyor gibi dinlemek,
belki Hazret-i Cebrâîl’den,
belki Mütekellim-i Ezelî’den
-O’ kadim Kelâm’ın Sahibi, Cenâb-ı Hakk’tan
– dinliyor gibi bir kudsî hâlete mazhar olur!…”
Bab-ı Şefkat NUR