ŞEHADETTE NEDEN,
HEM ABDUHU, HEM RESULÛHU DİYORUZ?
“O’ zât (ﷺ) , ubûdiyet-i külliye cihetiyle
kesret tabakatının dergâh-ı İlâhîye elçisi olduğu gibi,
kurbiyet ve risalet cihetiyle dergâh-ı İlâhînin kesret tabakatına memurudur.”
(10 söz,2.işaret)
Şehadet getirirken, “ve resûluhu” dediğimizde
o en büyük, en ileri ve en kâmil Nebi’nin(ﷺ),
Allah’ın bizlere gönderdiği,
bir hidayet rehberi, bir “beşîr” (müjdeleyici)
ve “nezîr” (korkutup sakındırıcı) olduğunu dile getirmiş,
olduğumuz gibi; Cenab-ı hakk’ın hakkında,
“Demek ك ” zamirinin mercii,
geçen sıfât-ı kemaliye ile mevsuf olan Zat’tır…”
yani,
Ey Besleme-i şerif’in cami ve
ve Kemâl sıfatları olan Rahman ve Rahim ismiyle mevsuf,
Din günün Sahibi,
Varlığı, terbiye eden, vazifelendiren ve hidayet ve nimetiyle rızklandıran
Alemlerin Rabbi olan ve bütün isim ve sıfatlarında
CELÂL ve CEMÂL ve KEMÂL mertebelere sahip
Kusur ve noksandan münezzeh SÜBHAN olan Allah’ım;
Sana, (-كَ-) yalnız ve ancak SANA İbadet ederiz!..
diye zikrederken iman-ı billah’ı tasdik ettiğimiz gibi;
İşte,
O “sıfât-ı kemaliye ile mevsuf olan Zat ”a karşı,
kulluk cihetinde de bütün bu kulluk vazifelerini
en mükemmel ve küllî mânâda yapan tek Zât,
Allah Resûlü Muhammed (ﷺ)dir.
Biz, şehadet getirirken, “abdühu” demekle
O(ﷺ)’nun, bu vazifeyi en mükemmel ve ileri derecede
yerine getirdiğini ifade etmiş olduğumuz gibi,
Ve yine, O(ﷺ)nun ’ibadette ve kullukta da en ileri kul,
bütün kulların
Allah katında temsilcisi, elçisi olduğuna da şehadet etmiş oluruz!..
Meseleye
küllî bir ubudiyyet nazarı le bakacak olursak,
O(ﷺ)’nun küll olan kulluk ciheti şudur ki;
“Cem’ sîgasıyla zikredilen نَعْبُدُ’deki zamir, üç taifeye işarettir..
Birincisi,
insanın vücudundaki bütün âzâ ve zerrâta râcidir ki,
bu itibarla şükr ü örfîyi eda etmiş olur.”
(İşârâtü’l-İcâz)
Yani,
Birincisi, bütün insanları temsilen maddi ve manevi varlığı
ve zerreleri adedince
vücuduyle bütün kullar adına, ibadet ve ubudiyyeti ile,
bir Rehberi Ekmel, bir İmam-ı Azim’’dir!..
“İkincisi,
bütün ehl-i tevhidin cemaatlerine aittir;
bu cihetle şeriata itaat etmiş olur.”
(İşârâtü’l-İcâz)
Yani,
ikincisi, Adem (a.s) dan
asr-ı saadete kadar bütün nebilerin O(ﷺ)’nu müjdelediği
ve yine asr-ı saadetten
kıyamete kadar bütün velilerin O(ﷺ)’nu tasdik ettiği,
ve davasına baş koyduğu
Seyyidi’l – Mürselin, Hatemü’l -Enbiya’dır!..
“Üçüncüsü, kâinatın ihtiva ettiği mevcudata işarettir.
Bu itibarla, şeriat-ı fıtriye-i kübrâya tâbi olarak hayret
ve muhabbetle kudret ve azametin arşı altında sâcid ve âbid olmuş olur!…”
(İşârâtü’l-İcâz)
“Göklerdekiler ve yerdekiler hep O’nu tesbih ederler.”
(haşr,24)
Ayet-i celilesi’nce vazifeleriyle ibadet, tesbihleriyle
sena ve zikir halinde olan
yerde ki ve göktekilerin,
bütün maddi ve ruhani yaratılmış mahlukatın,
ibadet ve kulluklarını
yerdekilerin göktekilerin halifesi olarak,
dünyada kulluğuyle Abid,
mahşerde şefaatiyle, arşı azamın altında Sacid olan,
Allah’ın varlığa gönderdiği
Habibi, Şefî’î ve İki cihan Serveri, Fahr-ı Kainat’tır!..
Rabbimiz Zariyat suresi 56. Ayette şöyle buyurmaktadır;
“(Ben) cinleri ve insanları,
ancak bana ibâdet etsinler diye yarattım!..”
İbn Abbas’tan bugünkülere kadar tüm müfessirler,
‘’Biz insanları ve cinleri
ancak bana ibadet etsinler diye yarattım” ayetindeki
‘illa li yabudun’ (bana ibadet etsinler diye) ifadesini
‘illa li yarifun’ (tanısınlar, bilsinler diye) şeklinde tefsir etmiştir.
‘ibadeti’ niçin, ‘marifet’ olarak tefsir edilmiş denilirse…
Zira;
Marifetsiz ibadet, ibadet değildir.
Bir şekilden başka bir şey değildir.
İbadetin özü marifettir;
Demek
ibadet, marifetullaha götürür…
Ubudiyyet, yani kulluk yakine (velayet mertebelerine) vasıl eder…
İşte bu sebeptendir ki; Âlemin tüm zerrelerini
tahlil edip tanımış olsanız bile eğer kendinizi tanımıyorsanız;
marifetullah’a veya yakîn’e ulaşamazsınız…
“Men arefe nefsehu fekad arefe Rabbeh.”
(Nefsini bilen Rabbini bilir.)
(Aclûnî, II, 262).
Demek;
Allah’ı tanımanın tek yolu, nefsi tanımaktır.
İnsan eğer kendini tanımazsa asla Hakk’ı tanımaya yol bulamaz…
“Zariat süresi 56.nin âyet-i uzmânın sırrıyla,
insanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gāyesi;
Hâlık-ı Kâinât’ı
-kâinâtın yaratıcısını- tanımak ve O’na îmân edip, ibâdet etmektir.
Ve insanın vazîfe-i fıtratı -yaratılış vazifesi-
ve farîza-i zimmeti -boynunun borcu-,
ma‘rifetullah ve îmân-ı billahtır -Allah’ı tanımak ve îmân etmektir-
ve iz‘ân -iyice anlamak- ve yakîn -şübhesiz bilmek- ile vücûdunu
ve vahdetini –birliğini– tasdîk etmektir!..”
(7.şuâ,95)
Nitekim; Miraç gecesinde Efendimiz (ﷺ)’
bu kulluk vazifesini
velayetinin en yüksek makamında,
en mükemmel bir şekilde yerine getirmiştir…
“Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm,
o gecede Cenâb-ı Hakka karşı selâm yerinde اَلتَّحِيَّاتُ ِللّٰهِ demiş.
Yani,
“Bütün zîhayatların, hayatlarıyla gösterdikleri
tesbihat-ı hayatiye ve Sânilerine takdim ettikleri
(vazife ve ibadetlerine dair) fıtrî hediyeler,
Ey Rabbim, Sana mahsustur…
Ben dahi,
bütün onları tasavvurumla ve imanımla Sana takdim ediyorum!..”
(6.şua)
Bab-ı Şefkat NUR