“CANIMI MÜSLÜMAN OLARAK AL
VE BENİ SÂLİH KİMSELER ARASINA KAT!..”
“Rabbim! Bana mülkden (bir nasib) verdin
ve bana rüyâların ta‘bîrinden (bir ilim) öğrettin.
Ey gökleri ve yeri hakkıyla yaratan!
Sen,
dünyada da âhirette de benim velîmsin (gerçek dostumsun).
Canımı Müslüman olarak al
ve beni sâlih kimseler arasına kat!”
(Yusuf,101)
“Şu âyet,
kıssa-i Yûsuf’un (a.s)’ın hikâyesinin en parlak kısmı ki,
Azîz-i Mısır -yüksek bir mevkide- olması ,
peder ve vâlidesiyle görüşmesi,
kardeşleriyle sevişip tanışması olan,
dünyada en büyük saâdetli ve ferahlı bir hengâmda -anda-,
Hazret-i Yûsuf’un (a.s) mevtini şöyle bir sûrette haber veriyor
ve diyor ki:
‘Şu ferahlı ve saâdetli vaziyetten daha saâdetli,
daha parlak bir vaziyete mazhar olmak için,
Hazret-i Yûsuf
kendisi Cenâb-ı Hakk’tan vefâtını istedi
ve vefât etti, o saâdete mazhar oldu.
Demek o dünyevî lezzetli saâdetten
daha câzibedar –çekici- bir saâdet ve ferahlı
bir vaziyet kabrin arkasında vardır ki,
Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâm gibi
hakîkat-bîn -hakîkati gören- bir zât,
o gāyet lezzetli dünyevî vaziyet içinde
gāyet acı olan mevti istedi, tâ öteki saâdete mazhar olsun!..
İşte, Kur’ân-ı Hakîm’in şu belâgatine bak ki,
kıssa-i Yusuf(a.s) ‘un hâtimesini ne suretle haber verdi.
O haberde dinleyenlere elem ve teessüf değil,
belki bir müjde ve bir sürur ilâve ediyor.
Hem irşad ediyor ki:
Kabrin arkası için çalışınız;
hakikî saadet ve lezzet ondadır…
Hem Hazret-i Yusuf’un âli sıddıkıyetini gösteriyor
ve diyor:
Dünyanın en parlak ve
en sürurlu hâleti dahi O’na gaflet vermiyor,
O’nu meftun etmiyor; yine âhireti istiyor!..”
(23. Mektûb,)
Bab-ı Şefkat NUR