“… KALPLER ANCAK ALLAH’IN ZİKRİYLE MUTMAİN OLUR!..”

(Ra’d, 13/28)

“Bâtın-ı kalp âyine-i sameddir.”

 Maddî kalbin bedendeki rolü ne kadar önemli ise,

mânevî kalbin de insanın ruhî hayatında öyle büyük bir vazifesi vardır.”

Evet, kalbin zâhiri

bütün kâinata muhtaç. Ve kalp bu hâliyle Allah’ın Samed ismine âyine.

Maddî kalbin kâinata ve içindeki eşyaya olan ihtiyacını,

 ancak her muhtacın ihtiyacını gören

ve hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah yerine getiriyor,

Samed isminin tecellisiyle… 

Bedendeki her organın kendine göre bir çeşit tatmini söz konusudur.

Göz görmekle, kulak işitmekle tatmin oluyor.

Dilin tatmini tat ile, mideninki gıda ile.

Kalbin ise en büyük ihtiyacı,  iman.

Ben kimin mahlûkuyum?

Şu âlem kimin mülkü?

Bu dünyada kimin misafiriyim?

Daha sonra nereye gideceğim? Beni misafir eden zât, benden ne istiyor? 

İşte kalbin bâtını,

bu gibi soruların cevaplarıyla tatmin oluyor.

Onun talebi marifetullah olunca, elbette,

Samediyete en büyük âyine o olacaktır.

Diğer mahlûklar bu kâinatın maddesine muhtaç.

O ise, bu âlemin sahibini tanımaya, bilmeye, Ona iman ve itaat etmeye muhtaç…

Kalbin Rabbi, ancak onun zikriyle mutmain olacağını bildiriyor bize.

“Şüphesiz ki beden de bir parça vardır;

o düzgün olursa bedenin tamamı düzgün olur,

bozuk olursa bedenin tamamı bozuk olur.

Dikkat ediniz ki o kalptir.”

(C.Sağir, 3856; Buhari, İman 39.)

İşte şems-i ezel ve ebed sultanı olan Zat-ı Ehad ve Samed’in tecellisi

mahiyet-i insaniyeye hadsiz merâtibi tazammun –eden tezahürü vardır.-

…âyine-i kalbe uzanan bir nisbet-i Rabbâniye ile bir tezâhürdür ki;

herkes istidadına

ve tayy-ı merâtibde seyr ü sülûkuna

esmâ ve sıfâtın tecelliyâtına

nisbeten

cüz’î ve küllî o Şems-i Ezelînin nuruna

ve sohbetine ve münâcâtına mazhariyeti var!..

(31.söz)

Demek;

İnsanın mahiyeti hususen kalbi,

Allah’ın isim ve sıfatlarının bir tecelligâhıdır, aynasıdır.

İnsanın vazifesi ise bu tecellileri iman ve marifet nazarı ile görüp okumaktır.

Bu okumakla insan manen çok yüksek makamlara ve derecelere ulaşabilir.

Nasıl insan kâinatın küçük bir misali ise,

kalbi de mahiyetinin küçültülmüş bir misali ve modeli hükmündedir.

İnsanın kalbi

manen inkişaf ettikçe ilahi isimlere daha geniş ve daha parlak bir ayine olur.

Risalet yolunda ise, 

bütün güzellikler ve kemaller doğrudan ilahi bir ihsan olarak verilir.

O yolda gidenler, manen vazifeli olan peygamberler ile

onların izinde giden peygamber varisi büyük âlimlerdir.

Peygamber varisi olan bu kutlu zevata da ilahi feyizler 

“ilham, ikram, sünuhat” gibi kulun kendi iradesi dışında

ve tamamen Hak vergisi olarak gelirler.

“Allah Teâla Hazretleri,

şöyle ferman buyurdu:” “Kim benim veli kuluma düşmanlık ederse,

ben de ona harp ilan ederim. 

Kulumu bana yaklaştıran şeyler arasında en çok hoşuma gideni,

ona farz kıldığım (aynî veya kifaye) şeyleri  eda etmesidir.

Kulum bana nafile ibadetlerle yaklaşmaya devam eder,

sonunda sevgime erer.

Onu bir sevdim mi artık ben onun işittiği kulağı,

gördüğü gözü,

tuttuğu eli,

yürüdüğü ayağı (aklettiği kalbi, konuştuğu dili) olurum.

Benden bir şey isteyince onu veririm,

benden sığınma talep etti mi onu himayeme alır, korurum.

Ben yapacağım bir şeyde,

mümin kulumun ruhunu

kabzetmedeki tereddüdüm kadar hiç tereddüte düşmedim:

O ölümü sevmez, ben de onun sevmediği şeyi sevmem.” 

(Buhârî, Rikak 38.)

Kulun Allah’a yaklaşması ile ilgili olarak Ebu’l-Kasım el-Kuşeyrî demiştir ki:

“Kulun Allah’a yakınlığı önce imanı ile, sonra ihsanı ile vukua gelir.

Allah’ın kuluna yakınlığı

dünyada, ona lutfedeceği irfan ile,

ahirette de, rıdvan ile vukua gelir.

Bu ikisi arasında Allah’ın çeşitli nimetleri, ikramları ayrıca tecelli eder. 

Kulun hakka yakınlığı halktan uzaklığı ile kemalini bulur.

Kuşeyrî devamla der ki: 

“-Allah’ın ilim ve kudretiyle yakınlığı bütün insanlara şamildir!..

-Lütuf ve nusretiyle yakınlığı ise havassa  mahsustur!..

-Ünsiyetiyle yakınlığı ise velilere hastır!..”

Bab-ı Şefkat NUR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir