SORU; MEZHEP İMAMIMIZ EBU HANİFEYE KARŞI

VE DİĞER İMAMLARA KARŞI YAPILAN SALDIRALARA

NASIL CEVAP VERECEĞİZ?..

VE NEDEN BİZ AYRILIKLAR İÇİNDEYİZ DE;

BİZE SALDIRAN DALÂLET VE BİDAT EHLİ BİRLİK İÇİNDEDİR?..

“Asra yemin ederim ki,

İnsan gerçekten ziyandadır.

Ancak iman edip dünya ve âhiret için yararlı işler yapanlar,

birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesna!..”(asr,1,2,3)

“Ehl-i hidayetin

rekabetkârâne ihtilâfı,

âkıbeti düşünmemekten ve kasr-ı nazardan olmadığı gibi;

ehl-i dalâletin

samimâne ittifakları,

âkıbet-endişlikten

-ahiretteki hesaptan korkup kendisine çekidüzen vermek istemesinden-

ve yüksek nazardan -duyarlık ve hassasiyetlerinden- değildir!..” (20.lem’a)

Şii mezhebi veya diğer bir adıyla “Şia”

yüzyıllardan beri ehli sünnete düşmanlık beslemiş

Müslümanlar arasında nifak ateşinin çıkmasına yol açmıştır.

Ehli sünnete belki Şia kadar

hatta daha fazla hücumu ise

kendilerine Selefi adını veren “Vehhabiler” yapmaktadır.

Bunlarla beraber,

İsrail, Siyonizm, Vatikan, Evangelistler, kapitalist

ve derin güçler tarihselcileri desteklemekte

ve bu sayede Müslümanlar arasında ayrılık ve çatışmalara

içerde dışarda büyük bir kuvvetle destek vermektedirler.

Tarihselciliğin ne olduğu hakkında kısa ve özet bir tanım getitirirsek;

-Kuran’daki kıssalara mitoloji diyen,

ahiret anlatımlarını Arapları uyutmak için anlatımlar olarak sunan

ve Kuran’daki bize yönelik birçok “Yap” emrini,

bunları yapmaya gücümüz de yetmesine rağmen,

tarihi geçtiği için yapmayabileceğimizi

ve hatta yapmamamız gerektiğini ifade edenlerdir.

Ahiret anlatımları,

kıssaları ve hükümleri ile Kuran’ın yarısından çok daha fazlasını boşaltan bir zihniyettir.

Toplumun şekillendirdiği akıl Kuran ile düzeltileceğine,

Kuran’ı toplumun şekillendirdiği akla uydurmak,

Kuran’ın Allah’tan olduğuna inanma iddiasıyla çelişkilidir.

Kuran’a ilk karşı çıkan müşrikler, kendi toplumlarının geleneklerini,

yani tarihin o döneminde şekillenmiş hayata bakışları temelinde Kuran’a karşı çıktılar

Peygamberimize “Kuran’ı değiştir” dediler.

Kuran’ın bu iddiaya cevabı, onların kendilerini değiştirmesi gerektiğiydi…

Bunların batıl görüşlerine,

Risalelerin Kur’an’dan gelen nurani nazari ile tek tek cavap vereceğiz inşaallah,

Ama şimdi durumun mahiyeti ve vehameti açısından konuyu anlamaya çalışalım…

İslam tarihinde ortaya çıkmış kısaca

“Mezhepsizler” adını verdiğimiz

bir başka ehli sünnet düşmanı gurup daha vardır.

Bunlar fıkıh mezheplerini kabul etmezler.

Halbuki fıkıh mezhepleri dini emir ve esaslarda birdirler.

Yani Hanefi, Şafi, Hanbeli ve Maliki mezhebine göre

Allah’ın varlığı, birliği, peygamberlik,

kutsal kitaplar ve ahiret inancında farklılık yoktur.

Fark sadece Amellerde, abdest ve namaz kılarken bazı küçük ayrıntılardadır.

Hiç birisinde namaz kılmanın veya oruç tutmanın farz olduğu konusunda bir şüphe olmaz.

Keza sünnet konusunda da çok küçük ayrıntılar dışında

tamamen birlik beraberlik içindedirler.

Usul-ü fıkıh âlimleri;

“Her mezhebin rey ve içtihadının bu ümmete bir rahmet

ve bir suhulet olduğu şüphesizdir” diye hükmetmişlerdir.

İmam-ı Şaranî Hazretleri, mezhepleri aynı pınardan dağılan su arklarına benzetir

(Şârânî, s. 44) ve bütün imamların kavillerinin,

sözlerinin hepsinin aynı deniz­den alındığını ifade eder

ve mezhepler arası farklılıkların “ruhsat ve azi­metten” kaynaklandığını söyler.

Yani bir mezhepte azimet kabul edilen bir hüküm, diğerinde ruhsat kabul edilmiştir.

İmam Azam Ebu Hanife,

Ehl-i Sünnetin dört büyük imamından biridir.

İslâm dinine yaptığı hizmetleriyle İslâmiyeti;

iman, amel ve ahlâk

esas olmak üzere bir bütün halinde insanlara yeni bir üslup ile sunmuş,

islamın itikadi ve fıkhi boyutunda insanlara,

islamı yaşamak, ve dünya imtihanını en güzel şekilde başarabilecek kesin,

net ve müstakim olan mezhep dediğimiz suhuletli,

kolay ve emin yürünecek

bir yolun temellerini ve nizamını kurmuş,

mahşere kadar gelecek sırat’il müstakim üzerindeki yolcular için

yolda karşılaşabilecek bütün engel ve manilere karşı,

kitaptan ve sünnetten deliller ve kaideler göstermiş,

bunları kaide ve kurallar içinde suhuletli bir yol/mezhep üzerinde göstermiştir…

Şüphesi ve bozuk bir düşüncesi olanlara cevaplar vermiş,

Müslümanları çeşitli fitneler ve propagandalarla zaafa düşürmek,

parçalamak isteyenleri hüsrana uğratmış,

önce itikatta birlik ve beraberliği sağlamış,

ibadetlerde, günlük işlerde Allah-u Teâla’nın rızasına uygun olan

hareket tarzının esaslarını ve şeklini tespit etmiştir.

Böylece haklı olarak ikinci asrın müceddidi unvanını almıştır.

Bir ağaç için kök ne kadar önemli ise,

islâmi hayatın devamı gelişmesi ve ebedi olan ahiret saadetini netice verecek

meyvesi de okadar önemlidir…

Bu hakikati yaşayanların üzerindeki

Dünya ve ahiret hayatı üzerinde

kuvvetli emniyet ve muvaffakiyeti gören islâm düşmanları

bu kaideleri yerinden oynatmak ve sökmek derdiyle,

kalplere şüphe atmak, akılları karıştırmak için bütün kuvvetleriyle uğraşmaktadırlar…

“…halbuki onu Peygambere

ve içlerinden ülül’emrolanlara arzetseler

elbette bunların istinbata kadir olanları onu anlar bilirlerdi,

eğer Allah’ın fazl-ü rahmeti üzerinizde olmasa idi

pek azınızdan maadası Şeytana uymuş gitmiştiniz!…”(nisa,83)

İSTİNBAT;

…hakkında mezhep imamlarının hüküm beyan etmedikleri meselelerde

mezhebin kesin olarak kabul ettiği usûl ve kaidelere dayanarak

hükmü elde etmek demektir (el-Mevsûatu’l Fıkhiyye, lV, 111).

“istinbata kadir olanlar” tanımının da,

Alimlerce, Müceddidler için olduğu beyan edilmiştir…

Buhari ve Müslim’deki bir hadis-i şerifte

“İman,

süreyya yıldızına çıksa,

Fars oğullarından biri elbette alıp getirir” (Buharî, Tefsir)

denilelerek müjdelenen zatın Ebu Hanife olduğu sünnet islam alimlerince kabul edilmiştir!..

Bu durum da denilebilir ki;

Ebû Hanîfe, hocaları ve önceki nesiller tarafından kendisine intikal ettirilen

fıkhî kuralları, görüşleri, âyet ve hadislerle ilgili yorumları içinde bulunduğu ortam,

insanların ihtiyacı ve dinin genel ilke ve amaçları açısından

yeniden değerlendirme, sınırlı naslarla sınırsız olaylar,

naklin hükmü ile aklın yorumu,

hadisle re’y arasında mâkul bir âhenk kurma imkânını yakalamıştır…

Ebû Hanîfe’nin örf ve âdeti,

Kur’an’ın genel ilkelerini, kamu yararını gözetmesi

ve istihsanı

-yani, daha iyi ve güzele rağbet edip onu seçmek-

sıkça kullanması bu gayretin sonucudur.

Bu yüzden ona fıkhın babası denmiştir.

Bu gerçeği en güzel şekil de İmam-ı Şafi dile getirmiş

Ve İmam Şafi, İmam Azam Ebu Hanife

ve onun telebesi İmam Muhammed hakkında şöyle demiştir:

“İnsanlar Irak alimlerinin,

Irak alimleri Kufe alimlerinin,

Kufe alimleri de İmam-ı A’zam Ebu Hanife’nin çocuklarıdır.”

(bk. Tehânevî, Kavaid, 191; İbnTeynıiyye, Minhâcü’s-Sûnne, 2/619;

Nişancızade Muhammed bin Ahmed, Mir’ât-ı Kâinât, 2/51)

“Allah Teâlâ ilimde bana iki kişi ile yardımda bulundu. ,

Hadiste ibni Uyeyne, fıkıhda İmam-ı Muhammed.

Yine ilimde ve dünyalıkta İmam-ı Muhammed kadar bende hakkı olan kimse yoktur.

Ondan öğrendiklerimle bir deve yükü yazı yazdım.

O olmasaydı, ilimden bana bir şey ulaşmazdı.” (Nişancızade, a.y.)

“Müslümanların imamı Ebu Hanife,

hükümleri, rivayetleri ve fıkhıyla beldeleri ve üzerinde yaşayanları,

Zebur ayetlerinin kitap sayfa­larını süslediği gibi zinetlendirdi.

Ne doğulular ne batılılar arasında ne de Kûfe’de onun benzeri yoktur.

Rabbimizin rahmeti o sahife okunduğu sürece ebedi olarak onun üzerine olsun!..”

(Divanül-İmam eş-Şafi, Dârü’l-Kütübi’l-Ilmiyye, Beyrut 1986, 77.

Ayrıca detaylı bilgi için bk. Dr. İsmail Hakkı Ünal, İmam Ebu Hanife’nin Hadis Anlayışı ve Hanefi Mezhebinin Hadis Metodu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları)

“Fıkıh, Kelâm ve Hadis İlimleri’nde fikirleriyle hem kendi döneminde

hem de daha sonraki dönemlerde sürekli tartışılan

ve zaman zaman da haksız eleştirilere maruz kalan Ebû Hanîfe

çağlara damgasını vurmaya devam eden bir ilim adamı olduğunda kuşku yoktur.

Fikirleri ve eserleri üzerine yapılan ilmî araştırmalar da

kendisine yöneltilen haksız ve yersiz eleştirileri cevaplamaya kâfidir.

“Ehl-i hidayet,

âhirete ait ve ileriye müteallik semerât-ı uhreviyeye ve kemâlâta,

kalb ve aklın yüksek düsturlarıyla müteveccih oldukları için,

esaslı bir istikamet ve tam bir ihlâs ve gayet fedakârâne bir ittihad

ve ittifak olabilirken, enâniyetten tecerrüd edemedikleri için,

ifrat ve tefrit yüzünden,

ulvî bir menba-ı kuvvet olan ittifakı kaybedip, ihlâs da kırılır!..”

(20.lem’a)

Ebû Hanîfe hakkında şu değerlendirmeyi yapmıştır:

“Bazı insanlar ona taraftarlıkta o kadar ileri gitmişlerdi ki

O’nu peygamberler mertebesine yaklaştırdılar.

Tevrat’ın onu müjdelediğini iddiaya kalkışmışlar,

Hz. Muhammed() :

“Onun ismini zikretmiş ve ümmetin çırağı olduğunu haber vermiş” dediler.

Ona öyle sıfatlar ve menkıbeler uydurdular ki onun mertebesini aştılar, derecesini geçtiler. Bazı kimseler de ona hucûmda ileri gittiler.

Zındıklık, ana caddeden ayrılmak, dini ifsat etmek,

Sünnet’i bırakmak hatta Sünnet’i bozmak gibi isnadlarda bulundular.

“Sıhhatsiz, delilsiz fetva veriyor.” dediler.

Bu hücûmlarında ma’kûl tenkit sınırlarını aştılar,

bu görüşleri bir araştırmaya ve incelemeye asla dayanmıyordu.

Bu gibiler, delilsiz ve tetkiksiz rastgele onu tezyif etmekle kalmadılar,

düşmanlıkta o kadar ileri gittiler ki onun şahsına,

ve imanına bile tan ile hücûm ettiler.”

(ifrat ve tefritte ileri gittiler)

(Muhammmed Ebû Zehrâ, (1981).

Ebû Hanîfe, (terc. Osman Keskioğlu), Konya: Can Kitabevi. 7.)

“Ehl-i dalâlet ise,

nefsin ve hevânın tesiriyle, kör ve âkıbeti görmeyen

ve bir dirhem hazır lezzeti

bir batman ilerideki lezzete tercih eden hissiyatın mukteziyatıyla,

birbirinesamimî olarak,

muaccel bir menfaat ve hazır bir lezzet için

şiddetli ittifak ediyorlar.

Evet, dünyevî ve hazır lezzet ve menfaat etrafında aşağı,

kalbsiz nefisperestler samimî ittifak ve ittihad ediyorlar!..” (20.lem’a)

Meselâ;

diğer mezhep imamının o hükmü nasıl?

ve nereden çıkardığını?

araştırmayan fevrî hareketlerin sonuçları olduğu,

geçmişte yaşanan kıskançlık,

taassub,

rey kelimesine verilen anlam farklığı veya yanlış anlama

ve tarihte müslümanlar arasında yaşanmış tatsız olayların da körüklediği,

genelde Kûfe,

özelde ise Ebû Hanîfe aleyhtarlığı bugün de aynı sıcaklığını korumaktadır.

İmam A’zam, hem yaşadığı dönemde hem de daha sonraki dönemlerde eserleri

ve fikirleriyle hep tartışılmış,

medhiyelerle anılmasının yanında zaman zaman eleştirilere de maruz kalmış bir âlimdir.

Yaşadığı dönemde Ebû Ca’fer el-Mansûr’un (ö. 158/775)

Kâdı’l-Kudât teklifini reddettiğinden dolayı gadrine uğrayan

ve hapsedilen “mihne” denilen sıkıntılara göğüs geren Ebû Hanîfe,

baskılara rağmen fikirlerinden vazgeçmediği için şiddete maruz kalmış

ve bu baskılar onu yıldırmamış,

hak bildiği dava ve fikirlerinden asla taviz vermemiştir.

“Belki ehl-i hidayet,

hak ve hakikatin tesiriyle, nefsin kör hissiyatına kapılmayarak,

kalbin ve aklın dûr-endişâne temayülâtına tâbi olmakla beraber,

istikameti ve ihlâsı muhafaza edemediklerinden,

o yüksek makamı muhafaza edemeyip ihtilâfa düşüyorlar…” (20.lem’a)

İşte bundardır ki;

Hadisleri hüküm istinbatında kullanım yöntemini eleştirenlerin,

Ebû Hanîfe’nin hangi gerekçelerle

iki hadis arasında tercih yaptığını bilmemelerinden kaynaklandığı açıktır.

Ebû Hanîfe iki hadis arasında eğer bir tercih yapıyorsa

bu iki hadis arasında herhangi bir zıtlıktan ötürü olmayıp ravilerinin hallerinden,

onların hadisleri kavrayıp kavrayamama kabiliyetlerini ön planda tutmasından

ve Cerh ve Ta’dil kaidelerini tam olarak bilen âlimlerinin

anlayabileceği kriterleri uygulaması, hadisler arası tercihinin sebebinin ise

bu kâideleri tatbikinden kaynaklandığı göz ardı edilmemelidir!..

“Ve vazife-i uhreviye de zedelenir.

Kolayca rıza-yı İlâhî de elde edilmez.

Bu mühim marazın merhemi ve ilâcı,

“El-hubbu fillâh” sırrıyla,

tarik-i hakta gidenlere refakatle iftihar etmek;

ve arkalarından gitmek; ve imamlık şerefini onlara bırakmak; .” (20.lem’a)

Ebû Hanîfe, kendi devrinde olduğu gibi asr-ı saadetten beri,

her devir ve dönemde de fikirleriyle

ve telif ettiği eserleriyle etkisini devam ettiren

çağların eskitemediği

ve sadece belli bir zamana ait biri olarak değil

mahşere kadar kendisinden sonraki zamanlara temel ve kaynaklık edecek

hüccet/delil

sahibi müstesnâ âlimlerden biri olduğu şüphesizdir!..

Dört mezhep Sahabelerden sonra en yüksek makama sahiptir.

Örneklemek gerekirse,

Bir tren yolu düşünelim…

Yol devletin, malzeme devletin, menzil devletin…

Ama o yolu, yolculara kolaylaştırmak ve süratlendirip, menzile vardırmak için

rayları döşeyen mühendis ne ise,

Müslümanların ahiret yolculuğunun rehber mimarları

mezhep imamları, tarikat aktapları ve müceddidler odur…

Hususan

fıkhın babası ünvanına sahip, İmam-ı Azam vasfına haiz,

Hadis-i şerife mazhar olmuş

Ebu Hanife hz.(r.a) de bu hususta müstesna bir yeri vardır!..

Asırlardan beri, onun Müslümanlar üzerindeki

otorite ve hakimiyetini kaldırmak için,

hatta Müslümanın üzerinde durduğu her bir kaideyi

her bir döşemeyi yerinden oynatmak için büyük ve vahim uğraşlar verilmektedir…

“…ve o hak yolunda kim olursa olsun

kendinden daha iyi olduğunun ihtimaliyle enâniyetinden

vazgeçip ihlâsı kazanmak;

ve ihlâsla bir dirhem amel,

ihlâssız batmanlarla amellere râcih olduğunu bilmekle

ve tâbiiyeti dahi, sebeb-i mes’uliyet

ve hatarlı olan metbûiyete tercih etmekle o marazdan kurtulur

ve ihlâsı kazanır, vazife-i uhreviyesini hakkıyla yapabilir!..”

20.lem’a)

İslâm 4 unsur üzerindedir…Kitap, sünnet, icma, kıyas…

Konumuz bunlardan Kitap ve sünnetin kaideleriyle açılmış

delilli, ispatlı, hak ve hakikat ehlinin şehadeti ve ihyasıyle vucud bulmuş

müstakim bir yol olan İCMA gelenek ve kültürüne girer…

İCMA; Asrı saadetten beri, yüzyıllardır,

hayatiyetini devam ettiren,

ve her asır nice müdeddid ve asfiya ve alimlerle

meyvelerini veren bir ağaç gibidir!..

Bu ağacın kökleri olan sahabelere,

Gövdesi olan mezhep imamlarına, tarikat aktaplarına

saldırı

Meyvelerini soldurur, ağacı yaralar…

Halbuki sadece meyveleri koparılsa, yeniden ihya olur!..

İşte bu ilk meyvelerden,

şimdi ise bu ağacın ana dalını oluşturanlardan biri;

Gelişen Sünnî ekole Mâtürîdiyye adını veren

Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed el-Mâtürîdî’dir.

Fahreddin er-Râzî’nin

Mâverâünnehir âlimlerinin tâbi olduğu önder olarak söz ettiği

Mâtürîdî, (Münâẓarât, s. 23-24),

Ebû Hanîfe’den itibaren oluşan ilmî geleneğe bağlı âlimlerce benimsenip

devam ettirilen itikadî görüşleri

ve din anlayışını sistemleştirmiş,

öncelikle Türkler arasında yayılan bir Sünnî kelâm mektebi haline getirmiştir.

İsabetli din anlayışının Ehl-i sünnet (kelâm) yöntemiyle belirleneceğini savunarak

Allah’ın müslümanları mutedil bir ümmet yaptığını bildiren âyetle;

“Ve işte böyle, sizi ortada yürüyen bir ümmet kıldık ki,

siz bütün insanlar üzerine adalet örneği ve hakkın şahitleri olasınız,

Peygamber de sizin üzerinize şahit olsun.

Daha önce içinde durduğun Kâ’be’yi kıble yapmamız da şunun içindir:

Peygamber’in izince gidecekleri, iki ökçesi üzerinde geri döneceklerden ayıralım.

Bu iş elbette Allah’ın hidayet ettiği kimselerin dışındakilere çok ağır gelecekti.

Allah imanınızı kaybedecek değildir.

Hiç şüphesiz Allah, bütün insanlara çok şefkatlidir, çok merhametlidir.”

(el-Bakara 2/143)

itidalin en hayırlı bir durum olduğunu ifade eden hadisi buna delil getirmiştir

(Kitâbü’t-Tevḥîd, s. 507-508).

Böylece sadece nakle veya yalnızca akla dayanmanın yeterli olmadığına,

dolayısıyla Selefiyye ve Mu‘tezile yöntemlerinin

iki aşırı ucu temsil ettiğine dikkat çekmiş,

isabetli yöntemin

naklî ve aklî bilgileri uzlaştıran Sünnî yöntem olduğunu vurgulamak istemiştir.

“Ebû Ahmed el-İyâzî’nin Ebû Hanîfe’nin mezhebini benimsemesi

Hanefî mezhebinin hak olduğunu gösterir,

çünkü onun gibi büyük bir âlimin bâtıl bir mezhebi kabul etmesi düşünülemez” demiştir…

Ehl-i sünnet mezhebi, Cebiriyye ve Mutezilenin vasatıdır.”

(Ehli sünnet; peygamberimizin ve sahabilerin yolunda olan,

her türlü aşırılıktan uzak Müslümanlara verilen isim olup,

Cebiriyye, Mu’tezile, Kaderiye, Müşebbihe, mürcie gibi batıl görüşlere karşı çıkmıştır.

Cebiriyye mezhebi ifrattır; kulların fiillerinde insan iradesini tamamen devre dışı bırakır, Mu’tezile mezhebi de tefrittir; tesiri insana verir.)

Ehli sünnet mezhebi vasattır. Çünkü bu mezhep ikisi arasındadır.”

(Hidayeti Allah’a,

fiillerin başlangıcını (tercih ve kesb) yönünü kulun cüz’i iradesine ,

neticenin yaratılmasını( nasip-kısmet olarak)

yine Alemlerin Rabbinin Küllî iradesinin hikmetine bırakır.)

“Ve keza, itikadda da tevhid mezhebi de ta’til ve teşbihin vasatıdır.” .(İşarat’ü-l icaz)

.

(Meselâ; batıl bir itikat mezhebi olan, ta’til olarak ifade edilen Muattıla Allah’ı (haşa.!) sıfatlardan uzak görmekle, Allah hakkında sıfatlarını kabul etmemek gibi ifrata düşmüştür,

Ve yine Batıl birer mezhep olan Müşebbihe ve Mücessime, Allah’ın (haşa.!.) cisim olduğunu ve insana benzediğini savunmakla-teşbih- tefrite düşmüşlerdir.)

Ehli sünnet – itikadda Maturidi ve Eş’arî- mezhebi; Allah hakkında sıfatları kabul etmekle birlikte Allah’ı ve sıfatlarını insana veya başka bir varlığı benzetmemekle

(-tevhid- ) vasattır.

Hülâsa:Şu dokuz mertebenin altısı zulümdür, üçü adl ve adalettir.

Sırat-ı müstakimden murad, şu üç mertebedir.(İşarat’ü-l icaz)

Yani”Sana emirolunduğu gibi istikamet üzere-dosdoğru- olemrine tabi olmaktır.!..

“O fâsıklar (bozguncular), âhiretlerini verip dünyayı aldıkları gibi,

hidayeti dalâletleriyle seve seve değiştiren ahmak ve enayi kimselerdir.” (-İşârâtü’l İcâz)

Bab-ı Şefkat NUR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir