“CENNETTE ACIKMAK SUSAMAK YOKTUR” DİYOR ALLAH,

DİGER AYETE

“GEÇİN ÇEŞİTLİ MEYVELER VAR YİYİN İÇİN!” DİYOR…

 Bu nasıl oluyor?..

“Sual: 

Cisim, eğer hayatî olsa,

 ecza-yı bedenî, daim terkip ve tahlildedir, inkıraza mahkûmdur, 

ebediyete mazhar olamaz

Ekl ve şürb, bekà-yı şahsî; ve muamele-i zevciye ise, 

bekà-yı nev’î içindir ki, şu âlemde birer esas olmuşlar.

Âlem-i ebediyette ve âlem-i uhrevîde şunlara ihtiyaç yoktur.

Neden Cennetin en büyük lezâizi sırasına geçmişler?
Elcevap:
 

Evvelâ, şu âlemde cism-i zîhayatın 

inkıraza ve mevte mahkûmiyeti ise,

varidat ve masarifin muvazenesizliğindendir.

Çocukluktan sinn-i kemâle kadar varidat çoktur.

Ondan sonra masarif ziyadeleşir, muvazene kaybolur, o da ölür.

Âlem-i ebediyette ise, zerrât-ı cisim sabit kalıp, terkip ve tahlile maruz değil; veyahut muvazene sabit kalır, HAŞİYE varidatla masarif muvazenettedir. 

Devr-i daimî gibi, 

cism-i zîhayat,

telezzüzat için hayat-ı cismaniye destgâhının işlettirilmesiyle beraber ebedîleşir.”

( 28.söz)

Dünya hayatında 

insanın belli bir yaşa kadar geliri, gideri dengelediği için,

sıhhatli ve genç bir şekilde yaşar.

Ama belli bir yaştan sonra, yani kırk yaşından sonra;

bedenin geliri gideri karşılamadığı için,

beden yavaş yavaş yaşlanır ve en nihayetinde ölür.

Ahiret hayatında; Allah, bedenin gelir / gider dengesini sabitleyeceği için,

beden her daim canlı, diri ve genç bir şekilde kalacaktır.

Bu yüzden ahiret hayatında yaşlanma, ölüm, hastalık ve tahribat olmayacak.

Cennet hayatı ebedî bir şekilde, ebedî bir gençlik hayatı ile devam edecek.


“Ekl ve şürb ve muamele-i zevciye,

gerçi bu dünyada bir ihtiyaçtan gelir, bir vazifeye gider.

Fakat o vazifeye bir ücret-i muaccele olarak,

öyle mütenevvi leziz lezzet içlerine bırakılmıştır ki, 

sair lezâize tereccuh ediyor.

( 28.söz)

Yeme, içme, nikâh gibi şeyler; 

dünya hayatında bir ihtiyaçtan dolayı meydana gelmişler.

 Ama Allah bunların içlerine bu ihtiyacı rahat görebilmek için,

 öyle güzel zevk ve lezzetler koymuş ki,

bu lezzetler diğer lezzetlerin üstüne çıkmış.

Lakin ahiret hayatında bunlar bir ihtiyaçtan dolayı değil,

sadece lezzet ve zevk için tahsis edilecekler.

Madem bu dâr-ı elemde

bu kadar acib ve ayrı ayrı lezzetlere medar, ekl ve nikâhtır

Elbette,

 dâr-ı lezzet ve saadet olan Cennette o lezzetler o kadar ulvî bir suret alıp

ve vazife-i dünyeviyenin uhrevî ücretini de lezzet olarak ona katarak

ve dünyevî ihtiyacı dahi uhrevî bir hoş iştiha suretinde ilâve ederek,

Cennete lâyık ve ebediyete münasip, en câmi’,

 hayattar bir maden-i lezzet olur.”

( 28.söz)

Çünkü dünya hayatının şartları ile ahiret hayatının düzeni birbirinden çok farklı,

hatta birbirine zıttır. Dünya hikmet, hizmet, mücadele ve imtihan yeri iken;

ahiret hayatı kudret, ücret, lezzet ve rahat etme yeridir. 

Yani ahiret hayatında yeme, içme ve nikâhın, aile hayatının ihtiyaç kısmı kalkacak,

 sadece lezzet kısmı devam edecek…
“elbette nuranî, kayıtsız, geniş ve ebedî olan Cennette,

 cisimleri ruh kuvvetinde ve hiffetinde ve hayal sür’atinde olan 

ehl-i Cennet, bir vakitte yüz bin yerlerde bulunup

 yüz bin hurilerle sohbet ederek yüz bin tarzda zevk almak,

o ebedî Cennete, o nihayetsiz rahmete lâyıktır

ve Muhbir-i Sâdıkın () haber verdiği gibi hak ve hakikattir.

Bununla beraber,

bu küçücük aklımızın terazisiyle o muazzam hakikatler tartılmaz…”

. ( 28.söz)

Allah insana, cennette bir anda binlerce yerde bulunma kabiliyetini

ve nuraniyetini verecektir.

Şayet insan cennette de dünyadaki gibi hantal

ve maddi kayıtlar altında olsa,

cennetin nimetlerini tatmakta bir sınırlama bir eksiklik hâsıl olur.

Dünya hayatında bir yere gitmek için meşakkatli yolculuk yapmak zorundayız,

ama cennette buna mecbur olmayacağız.

Çünkü cennette

mekân ve zaman kaydı alabildiğine ince ve latif bir şekle girecek.

“Orada canların çekeceği, gözlerin zevk alacağı her şey vardır.” 

(Zuhruf, 43/71)


“Evet,

“Bu dünya hayatı bir oyun ve oyalanmadan başka birşey değildir.

Asıl hayata mazhar olan ise âhiret yurdudur.”

(Ankebut, 64)

sırrınca, şu dâr-ı dünyada câmid ve şuursuz ve hayatsız maddeler, orada şuurlu, hayattardırlar.

( 28.söz)

Ayetteki “asıl hayat” ifadesi

 cennette hayatın çok şaşaalı bir şekilde tezahür edeceğini gösteriyor.

Husussen “asıl” kelimesi ayete çok yüksek bir incelik katıyor. 

Asıl ile gölge arasında azim bir fark bulunuyor. 

Dünya hayatın gölgesi iken, ahiret hayatın aslını temsil ediyor.

Buradaki insanlar gibi orada da ağaçlar,

buradaki hayvanlar gibi oradaki taşlar,

emri anlar ve yapar. Sen bir ağaca desen,

“Filân meyveyi bana getir”; getirir.

Filân taşa desen, “Gel”; gelir.”

 ( 28.söz)

Ahiret hayatında bir ağacın bütün meyveleri vermesi de mümkün;

çeşit çeşit, türlü türlü ağaçların olması da mümkün.

Çünkü ahiret her zevkin, her lezzetin, her mutluluk

ve eşsiz bir saadetin olacağı mükemmel ve kusursuz bir diyardır.

Allah dilerse, bir şeyden her şeyi, her şeyden de bir şeyi çıkarabilir ki,

toprak bunun en bariz bir delilidir.

“Madem taş, ağaç bu derece ulvî bir suret alırlar.

Elbette, ekl ve şürb ve nikâh dahi, 

hakikat-i cismaniyelerini muhafaza etmekle beraber,

Cennetin dünya fevkindeki derecesi nisbetinde, 

dünyevî derecelerinden o derece yüksek bir suret almaları iktiza eder.”

( 28.söz)

Sehl İbnu Sa’d (ra) diyor ki:

 “Ey Allah’ın Resûlü! () dedim, “İnsanlar neden yaratıldı?”
“Sudan!” buyurdular.
“Ya Cennet hangi şeyden bina edildi?” dedim.
Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurdu:
“Gümüş tuğladan ve altın tuğladan!

Harcı kokulu miskten!

Cennetin çakılları inci ve yakut, toprağı da za’ferandır.

Ona giren nimete mazhar olur, eziyet görmez,

ebediyet kazanır, ölümle karşılaşmaz. Elbisesi eskimez, gençliği kaybolmaz!..”

( Tirmizi,cennet)

“Hem Cennette lüzumsuz, kışırlı ve fuzulî maddeler olmadığından, 

ehl-i Cennetin ekl ve şürbünden sonra kazuratı olmadığını 

hadis-i şerif beyan ediyor.

Madem şu süflî dünyada, en âdi zîhayat olan ağaçlar,

çok tagaddî ettikleri halde kazuratsız oluyorlar.

En yüksek tabaka-i hayat olan Cennet ehli neden kazuratsız olmasın?”

( 28.söz)

“Cennetlikler cennette yiyip içerler,

ama büyük, küçük abdeste çıkmaz ve sümkürmezler.

Sadece hoş kokulu bir geğirti ve ter çıkarırlar.

İnsanın kendiliğinden nefes alması gibi,

onlar da kendiliklerinden Cenâb-ı Hakk’ı,

uluhiyyet makamına yakışmayan sıfatlardan tenzih eder, tekbir getirirler.”

(Müslim, Cennet 18.)

“İdrâk-i maâlî

bu küçük akla gerekmez, zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez!..”

( 28.söz)

Bab-ı Şefkat NUR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir