SIRF ALLAH VE RESÛLÜ, FAZLINDAN

KENDİLERİNİ ZENGİN ETTİ DİYE  İNTİKĀM ALMAYA KALKTILAR.

 “(O sözü) söylemediklerine dâir Allah’a yemîn ediyorlar.

Hâlbuki, o küfür sözünü

gerçekten söylediler de İslâm(ı kabûl etme)lerinden sonra

kâfir oldular ve muvaffak olamadıkları şeye 

(peygambere sû-i kasd yapmaya da) yeltendiler.

Sırf Allah ve Resûlü, fazlından kendilerini zengin etti diye 

(buna rağmen nankörlük ederek) intikām almaya kalktılar.

Artık tevbe ederlerse, kendileri için hayırlı olur.

Eğer yüz çevirirlerse,

Allah onları dünya ve âhirette 

(pek) elemli bir azâb ile cezâlandıracaktır!

Yeryüzünde onlar için ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır!..”

(tevbe,74)

“Tebük Seferine hazırlık yapılırken,

Cülâs bin Süveyd, bir merkebe binmiş olduğu hâlde,

mü’minleri cihaddan soğutmak maksadıyla:

“Eğer Muhammed’in sözleri doğru ise,

ben şu üzerinde bulunduğum merkebden daha alçak olayım” dedi.

Bunu işiten oğlu Mus‘ab

bu söylenenleri Hz. Peygamber()’a bildirince,

Cülâs hemen Peygamber ()’ın huzûruna çağırıldı

ve: “Ey Cülâs! Sen bunları söyledin mi?”

diye sorduğunda, bunu aslâ söylemediğine

dâir Allah’a yemîn etmesi üzerine bu âyet-i celîle nâzil oldu!..”

(Nesefî, c. 2, 195)

 “Hiçbir şey O’ndan gizlenmesi kābil –mümkün- değildir.

Perdesiz, güneşe karşı zemin yüzündeki eşyâ,

güneşi görmemesi kābil olmadığı gibi,

O’ Alîm-i zü’l-Celâl’in -sonsuz ilim ve Celâl sâhibi olan Allah’ın-

nûr-ı ilmine karşı eşyânın gizlenmesi, bin derece daha gayr-ı kābildir,

muhâldir –imkansızdır-. Çünki huzur var.

Yani herşey dâire-i nazarındadır –bakıyor- ve mukābildir –karşısındadır- 

ve dâire-i şuhûdundadır –görmektedir- 

ve herşeye nüfûzu var -ilmi herşeye işliyor-.

Şu câmid –ruhsuz- güneş, şu âciz insan,

şu şuursuz röntgen şuâ‘ı gibi zînûrlar -nûrlu şeyler-;

hâdis -sonradan olma, nâkıs –noksan-, ârız oldukları hâlde,

onların nûrları,

mukābilindeki herşeyi görüp nüfûz ederlerse –işlerlerse-,

elbette vâcib ve muhît –kuşatan- ve zâtî-kendine âid- olan

nûr-ı ilm-i ezelîden -Allah’ın ezelî ilminin nurundan- hiçbir şey gizlenemez

ve hâricinde –dışında- kalamaz.”

(20. Mektûb, 2.makam, 9.kelime-)

Alîm; “Ezelî ilmiyle,

büyük-küçük, mümkün-muhal, gizli-aşikâr her şeyi bilen.” 

“İlmi, yaratılmış ve yaratılmamış

her şeyi birlikte ihata eden -kuşatan, içeren- demektir.

Her şey Allah’ın ezelî ilminde hazırdır. Allah’ın ilmi ise küllîdir

“her şeyi birlikte bilir”; mutlaktır, 

“hiçbir kayıt altına girmez” ve muhittir, 

“her şeyi içine alır, ihata eder.”

Allah her şeyi her şeyi ile görür ve bilir. 

O’nun bilmediği bir şey yoktur ve olamaz.

Allah’ın ilmi sonsuz olduğu ve her şeyi kuşattığı için,

O’ndan hiçbir şey gizlenemez.

Şayet Allah’ın ilminin dışında bir şey olmuş olsa,

o zaman -haşa- O’nun ilmi sonsuz olamaz.

Allah gözle görülemeyecek kadar küçük mikropları görüp bildiği gibi,

dev galaksileri de görüp bilir.

Röntgen cihazı, insanın kemiklerini ve içindeki organlarını görürken,

Bir bilgisayar geçmiş gelecek bilgileri bilirken,

Allah’ın yarattığı mahlukatını bilmemesi ve görmemesi mümkün mü?..

Bu hakikat, Nur Külliyatında “güneş” misaliyle çok güzel açıklanır:

Güneş’in ziyası hangi sahaları kaplıyorsa,

o sahadaki bütün varlıkları birlikte görür,

hepsini beraber bilir ve her biriyle aynı anda beraber alakadardır.

Burada sıraya koyma söz konusu değildir.

Güneşi şuurlu farz etsek ve ziyasına ilim dersek,

güneş bütün çiçekleri, ağaçları, yaprakları, otları, karıncaları, insanları

ve daha nice varlıkları bir anda ve beraber bilir.

 Onun bilmesinde az-çok, büyük-küçük fark etmez.

Yine Nur Külliyatı’nda ilim konusunda enteresan bir ifade yer alır: 

“Fiilen bilmek”.

“Yaratan bilmez olur mu? O, Latîf ve Habîr’dir.” 

(Mülk, 67/14) ayet-i kerimesi, bu “fiilen bilme”yi ders veriyor…

“Mâdem

şu kâinât sâhibinin böyle bir ilmi vardır;

elbette insanları ve insanların amellerini görür

ve insanlar neye lâyık ve müstehak olduklarını bilir,

hikmet ve rahmetin muktezâsına 

–gereğine- göre onlarla muâmele eder ve edecek.

Ey insan! Aklını başına al,

dikkat et!..

Nasıl bir zât seni bilir ve bakar, bil ve ayıl!..” 

(20. Mektûb, 2.makam, 9.kelime-)

Bab-ı Şefkat NUR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir