BÖYLE BAĞLAMIŞ, HÜRRİYETİMİZİ SELB ETMİŞ…’
‘KADER BİZİ
BÖYLE BAĞLAMIŞ, HÜRRİYETİMİZİ SELB ETMİŞ…’
De ki:
“Allah’ın bizim için yazdığından başkası bize aslâ isâbet etmez.
O bizim Mevlâmızdır.
Öyleyse mü’minler ancak Allah’a tevekkül etsin!..”
(Tevbe,51)
“Eğer desen:
‘Kader bizi böyle bağlamış, hürriyetimizi selb etmiştir (elimizden almıştır).
İnbisat ve cevelâna müştâk (açılmaya ve coşmaya düşkün) olan kalb ve ruh için
kadere îman bir ağırlık, bir sıkıntı vermiyor mu?..’
El-cevab:
Kat‘â ve aslâ! Sıkıntı vermediği gibi,
nihâyetsiz bir hıffet (hafiflik),
bir rahatlık ve revh u reyhânı (rahat ve huzûru) veren
ve emn-i emânı (tam bir güveni) te’mîn eden bir sürur (sevinç), bir nûr veriyor.
Çünki insan
kadere îmân etmezse, küçük bir dâirede cüz’î bir serbestiyet,
muvakkat bir hürriyet içinde,
dünya kadar ağır bir yükü,
bîçâre rûhunun omzunda taşımaya mecburdur.
Çünki insan bütün kâinâtla alâkadardır.
Nihâyetsiz makāsıd ve metâlibi (maksadları ve istekleri) var.
Kudreti, irâdesi, hürriyeti bunların milyondan birisine kâfî gelmediği için,
çektiği ma‘nevî sıkıntının ağırlığı ne kadar müdhiş
ve muvahhiş (vahşet verici) olduğu anlaşılır.
İşte kadere îman, bütün o ağırlığı kaderin sefînesine (gemisine) atar,
kemâl-i râhatla,
ruh ve kalbin kemâl-i hürriyetiyle
kemâlâtında serbest cevelânına (coşarak dolaşmasına)meydan verir.
Yalnız nefs-i emmârenin
(kötülükleri emreden nefsin) cüz’î hürriyetini selb eder (çekip alır)
ve fir‘avniyetini ve rubûbiyetini (rab olma da‘vâsını)
ve keyfemâ yeşâ (dilediğince) hareketini kırar.
Kadere îman o kadar lezzetli ve saâdetlidir ki, ta‘rîf edilmez!.”
(Tılsımlar, 26. Söz, 88)
“insan
kadere îmân etmezse, küçük bir dâirede cüz’î bir serbestiyet,
muvakkat bir hürriyet içinde,
dünya kadar ağır bir yükü,
bîçâre rûhunun omzunda taşımaya mecburdur…”
o halde kadere iman etmeyen,
tevekkülsüz insana benzer…
Halbuki;
İman hem nurdur, hem kuvvettir.
Evet, hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir
ve imanın kuvvetine göre, hâdisâtın tazyikatından kurtulabilir.
“Tevekkeltü alâllah” der, sefine-i hayatta kemâl-i emniyetle,
hâdisâtın dağlarvâri dalgaları içinde seyran eder.
Bütün ağırlıklarını
Kadîr-i Mutlakın yed-i kudretine
(merhametli kudretine tam bir emniyetle) emanet eder,
rahatla dünyadan geçer, berzahta istirahat eder.
Sonra, saadet-i ebediyeye girmek için Cennete uçabilir.
Yoksa,
tevekkül etmezse, dünyanın ağırlıkları, uçmasına değil,
belki esfel-i sâfilîne çeker.
Demek,
-iman tevhidi,
-tevhid teslimi,
-teslim tevekkülü,
-tevekkül saadet-i dâreyni iktiza eder!..”
(23.söz)
Tevekkül eden adam omuzundaki yükünü gemiye bırakırken,
tevekkülsüz insan, gemiye binipte
omuzundaki yükünü gemiye bırakmayıp sırtında taşıyan adama benzer…
“İşte, ey tevekkülsüz insan!
Sen de –tevekkül eden- bu adam gibi aklını başına al, tevekkül et.
Tâ bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hadisenin karşısında titremekten
ve hodfuruşluktan ve maskaralıktan
ve şekavet-i uhreviyeden ve tazyikat-ı dünyeviye hapsinden kurtulasın!…”
(23.söz)
Bab-ı Şefkat NUR