“Mademki bir âlim, peygamberlerin varisidir;
o halde, hak ve hakikatin tebliğ ve neşri hususunda,
aynen onların tutmuş oldukları yolu takip etmesi lâzımdır.”
(Tarihçe-i Hayat) sözünü nasıl anlamalıyız?..
Cümlenin tamamı üzerinden bakılırsa mananın, daha iyi anlaşılacağı aşikardır;
“Her ne kadar bu yol,
bütün dağ, taş, çamur,
çakıl, uçurum,
daha beteri, takip,
tevkif, muhakeme, hapis, zindan, sürgün, tecrid
insanlardan soyutlama,
yalnız başına bırakma, zehirlenme, idam sehpaları
ve daha akıl ve hayale gelmeyen nice bin zulüm ve işkencelerle dolu da olsa…
İşte, Bediüzzaman,
Yarım asırdan fazla o mukaddes cihadı ile bütün ömrü boyunca bu çetin yolda yürüyen
ve karşısına çıkan binlerle engeli bir yıldırım sür’atiyle aşan ve Peygamberlerin vârisi olan bir âlim olduğunu amelî bir surette ispat eden bir zattır!..” (T.Hayat)
“….hakikî irşâd âlimleri enbiyanın vârisleridir.
Bu mübârek zatlarda kendilerine miras kalan vaaz-u nasihâtı,
Kur’ân-ı Mübînin emirlerine göre yaymakla mükelleftirler.
Vazifesini yaparken hiçbir ücret ve ivazın (karşılığın, bedelin) talibi değildirler.
Vazifelerini fîsebîlillâh yaparlar.
Ancak, Allah ve Resulünün (ﷺ) rızasına taliptirler.
Son nefeslerine kadar bu mukaddes vazifeye devam ederler.
Çünkü, bu vazife onlara Allah ve Resulünün emânetidir.”
(Tarihçe-i Hayat)
Verâset-i nübüvvet muhakkikleri aynı zamanda da “asfiya”dırlar.
Asfiya; sâfiyet, kemâlât ve takvâ sahibi olan,
Hz. Peygamber’in(ﷺ) vârisi hükmünde, onun meslek ve gayelerini hayata geçirmeye ve tatbike çalışan âlim zâtlardır!..
Verâset-i nübüvvet ehli olan asfiya ve muhakkikînin, şuhuda değil,
Kur’ân’a ve vahye,
gaybî fakat sâfi,
ihatalı,
doğru hakaik-i imâniyelerine dair ahkâmlarına yetişilemez!.. (Mektubat)
“Çünkü asfiyalar
verâset-i Nübüvvet sırrıyla ve Kur’ân’ın kat’î ifâdâtıyla mes’elelere bakarlar.
Asfiyalar,
velâyet-i kübrâ olan verâset-i nübüvvet ve sıddıkıyete namzettirler.
Kur’ân-ı Hakîm’den
doğrudan doğruya, verâset-i Nübüvvet sırrıyla alınan marifet,
diğer yollarla alınan marifetlerden çok üstündür.
Bediüzzaman Hazretleri
“Verâset-i Ahmediye ile İsm-i Âzam zılline mazhar bir mü’min, kendi kabiliyeti itibarıyla, kemiyetçe bir nebînin feyzi kadar sevap alıyor denilse, hilâf-ı hakikat olamaz!..” (Sözler)
“Evet, Müceddid-i Elf-i Sâni İmam-ı Rabbanî (ra) hak söylüyor.
Sünnet-i Seniyyeyi esas tutan,
Habibullah’ın zılli altında makam-ı mahbubiyete mazhardır.”(Lem’alar)
Sünnette vahyin nuru ve feyzi vardır,
mührü ve imzası vardır,
emri ve cilâsı vardır,
ışığı ve boyası vardır.
Sünnet, vahyin iltifat-ı şahanesidir.
Hem “Seni ancak âlemlere bir rahmet olarak gönderdik.” (Enbiyâ,107)
âyetinin verâset-i Ahmediye (ﷺ) cihetinde,
mânâ-yı işarî noktasında,
bu asırda O(ﷺ) Rahmeten li’l-Âlemînin bir ayinesi
ve hakikat-i Kur’âniyenin bir hakikî tefsiri olan
Risale-i Nur,
o küllî rahmetin bir cilvesi, bir nümunesi hükmündedir.
Bediüzzaman Hazretleri de
verâset-i Muhammediye (ﷺ) makamında olan bir zât-ı âlî-kadr’dır.
( yani, göklerde ve yerde kıymeti âlî bir zat-ı şerif)
Vazifesi ise verese-i nübüvvet ve hamele-i şeriat-ı Ahmediye’(ﷺ)dir!.” (Sözler)
Âlem-i İslâmda
Ehl-i Sünnet ve Cemaat denilen
ehl-i hak ve istikamet fırka-i azîmesi,
hakaik-i Kur’âniyeyi ve imaniyeyi, istikamet dairesinde,
hüve hüvesine
Sünnet-i Seniyyeye ittibâ ederek muhafaza etmişler.
Ehl-i velâyetin ekseriyet-i mutlakası o daireden neş’et etmişler.
(Tarihçe-i Hayat)
“Bizim uğrumuzda mücahede edenlere mutlaka yollarımızı gösteririz.
Ve hiç şüphe yok ki Allah,
muhsinlerle –Allah’ı görür gibi ibadet eden mücahidlerle– beraberdir!..”(Ankebut,69)
Bab-ı Şefkat Nur