Vicdanın anâsır-ı erbaası ve ruhun dört havassı olan

‘irade, zihin, his, lâtife-i Rabbaniye’

her birinin bir gayetü’l gayâtı var:

İradenin –gayesi- ibadetullahtır. (Makamı rızae’n-l’illâhtır)

Zihnin, -gayesi -mârifetullahtır. Makamı (‘Arif’i-billah’ bir akıldır)

Hissin, -gayesi -muhabbetullahtır. Makamı (‘Hub’bu-lillah’ bir kalptir.)

Lâtifenin, -gayesi- müşahadetullahtır. (Makamı Fuad’dır)

Takva denilen ibadet-i kâmile, dördünü tazammun eder.

Şeriat, şunları hem tenmiye,

hem tehzip, hem bu gayetü’l-gayâta sevk eder.”

(Hutbe-i Şamiye)

“LÂTİFENİN, GAYESİ MÜŞAHADETULLAHTIR.”

(Hutbe-i Şamiye)

Yakinlikte müşahede bulma seyri mümin bir kul için

ilm-el yakin ile iman-ı gaybide başlar;

ayn-el yakin ve hak-el yakin olarak iman-ı şuhudide devam eder…

ilme’l yakîn:

Kulun ihsana erdiği, Allah’ı görür gibi ibadet ettiği hâli üzere Allah’ı,

imanın şartları doğrultusunda iman-ı gaybi ile kabul edişine denir.

Lakin kulun hususen tefekkürü sonucu

sıfat, esma ve ayet seyirlerinde bulunuşu da ilm-el yakin seyridir.

Bu bağlamda salik-sulük eden- kul,

ayn-el yakin ve hak-el yakin de imanın şartları mertebe seyrinde de

tevhid üzeri müşahedede olduğu için

ilm-el yakin seyri içselleşmiş(enfüsi) olarak hep yaşadığı bir durumdur.

Bu hali şu ayet-i kerime güzel ifade eder…

“Onlar ayakta dururken, otururken, yatarken hep Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler (ve şöyle derler:) “Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın, seni tenzih ve takdis ederiz. Bizi cehennem azabından koru!..”(Âl-i İmrân,191)

Mesela ayn-el yakinde kendine dışsal (afakî) melekleri müşahede ediyorsa eğer

melekleri melek oldukları bilgisi ile müşahede eder

veya müşahede sonrasında melekleri müşahede ettiğini bilir…

“Onun sağında ve solunda oturmuş

iki katip melek,

onun her söz ve davranışını yazmaktadır!..”

(kaf,17)

Ayrıca yanında onu gözetleyip duran

ve ağzından çıkan her bir sözü anında kaydeden bir melek vardır!..” (kaf,18)

-İşte iman nazarı ile,

Kur’an’da haber verilen bu kiramen katibin ve şahid melekleri

görür gibi, ilm-el yakin ve ayne’l-yakın bir müşahede ile hareket eder…

Ayne’l-yakîn:

Kulun kendine dışsal (afakî) olarak imanın şartları mertebe seyrinde,

ayrıca esma, sıfat ve ayet tecellisi seyrini müşahede etmesine denir.)

Hakk’el-yakîn:

kulun kendine içsel (enfüsi) olarak imanın şartları mertebe seyrinde bulması,

ayrıca sıfat, esma ve ayet seyirlerini kendinde müşahede etmesine denir.

İman mümini müşahedeye sevk eder.

Müşahede ise Hakk’a imanın şartları mertebe seyri üzeri

melekeleri, kitapları, peygamberleri, kader, kaza, hayır, şerr

ve ölüm üzerinden şahid olmaktır!..

“Allah’ın resûlü ve müminler, Rabbinden O’na indirilene iman ettiler.

Her biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine inandılar.

“O’nun elçileri arasında ayırım yapmayız”

ve “İşittik, itaat ettik, bağışlamanı dileriz Rabbimiz, dönüş Sanadır” dediler.”

(Bakara,285)

O’nun ulvi ve süfli âlemlerdeki

(cennet, cehennem, melekler, vb) tavırlarında da

O’na şahid olmak müşahedenin gereğidir.

“Onlar, başlarına bir musibet geldiğinde,

“Doğrusu biz Allah’a aidiz ve kuşkusuz O’na döneceğiz” derler.” (bakara 156)

Bu bağlamda sıfat, esma ve ayet seyrinde O’na şahid olmak müşahededendir…

“Yine göklerin ve yerin yaratılışı ile dillerinizin ve benizlerinizin

farklı oluşu da O’nun ayetlerindendir.

Şüphe yok ki, bunda ilim sahipleri için ayetler vardır.”

(Rum.22)

Bu ayetlerin hakikatini idrak ve tasdik,

ayne’l-yakîn ve hakk’el-yakîn müşahedesindendir!..

İsmâil Hakkı Bursevî, RÜ’YETİ,

“Hakk’ı müşahede ile birlikte

Hakk’ın tecellî sûretlerini gereğiyle idrak etmek” şeklinde tanımlar.

Nefsin vardığı/aştığı/ulaştığı makamlara baktığımızda da

buna benzer bir süzülmeyi saflaşmayı görürüz.

Kişi bu yola girdiğinde Kur’an’da anılan nefs makamlarına yükselir.

Buna göre arınmanın başlangıcındaki nefs;

kötülüğe sürüklemesi hasebiyle

Nefs-i Emmâre’dir

“Yine de ben nefsimi temize çıkarmıyorum.

Çünkü nefis, Rabbimin acıyıp koruması dışında, daima kötülüğü emreder;

şüphesiz Rabbim çok bağışlayan, pek esirgeyendir.”

(Yusuf, 12/53).

İkinci mertebe, sürüklenen kötülük neticesinde kendini kınayan nefs

yani Nefs-i Levvâme’dir.

“…kendini kınayan nefse yemin ederim!..”

(Kıyamet, 75/2)

Kendini kötülüğe meylinden dolayı kınayan nefs

artık bir takım ilahi işaretlere açık demektir.

Nefs-i Mülhime yani ilham ve keşf’e açık nefs bu mertebedir.

“Nefse ve ona düzen verene; Ona kötü ve iyi olma yeteneklerini yerleştirene ki…”

(Şems,7,8),

âyette insan varlığı (nefs) üzerine yemin edilmesi

onun yaratılışının özündeki üstünlüğe işaret eder.

Nefse düzen verme”, ona maddî ve mânevî güçlerin yerleştirilmesi,

her gücün yapacağı görevin tayin edilmesi

ve bu güçleri kullanacak organların verilmesi şeklinde açıklanmıştır.

Basiretin huzurunu bulmuş

Nefs-i Mutmainne,

“Ey imanın huzuruna kavuşmuş insan!..”

(Fecr, 89/27),

ve huzurla razı olmuş nefis,

Nefs-i Raziye,

“Sen O’ndan hoşnut, O da senden hoşnut olarak rabbine dön…”

(Fecr, 89/28),

son aşamalara gelirken Allah’tan bu arınma neticesinde bir karşılık bulan nefs olarak

Nefs-i Marziye

“Böylece has kullarımın arasına sen de katıl…”

(Fecr, 89/29) makamlarına yükselir.

Bütün bu aşamalardan sonra kişi son mertebeye,

Nefs-i Kâmile (kemâle ermiş, bütünüyle arınmış nefs)

mertebesine yükselir.

Bütünüyle arınmış nefis, İlahi olanda erimiş yok olmuş nefistir.

Bu kamil arifin amelleri “Allah için” dir. Kudsi Hadis’te şöyle buyrulmuştur:

“Kim Allah için olursa, Allah’da onun için olur.”

Temiz nefesleri kudret ve inayettir.

Sözleri ilim ve hikmettir, pür lezzet ve halavettir.

Yüzünü görmek huzur ve saadettir.

Bu arifi görenlerin kalbine, Allah Teâlâ’yı zikretme ve O’nu hatırlama fikri gelir.

Huşu ve hudu ona yönelir. Bu makamın sahibi bir an ibadetsiz olmaz.

Bedenin her uzvuyla ibadettedir.

Hakk’tan gafil olmaz. İstiğfar ve tevazusu çoktur.

Bu makamdaki arifin kahrı lütfuyla, celali cemaliyle karışmıştır.

Himmetle bir şeyin olmasına uygun, rıza ve kızması da Hakka mutabıktır.

Ruhu daima Hakk’ın huzurundadır.

Nur kaynağı, Kur’an ve hadisleri her mertebede yerine göre açıklayan ferd’dir.

Cenab-ı Hakk şöyle buyuruyor:

“Bu Allah’ın dilediğine verdiği lütufdur.

Allah’ın lütfu ve ilmi geniştir”

(Maide/54)

Bu mertebe sahiplerinin de Nur-u Muhammedi’den hisseleri vardır.

“Ben kulumu sevdiğim zaman,

onun duyan kulağı,

gören gözü,

tutan eli olurum” hadisinin sırrına ermiştir…

Ölümle kalkacak perdelerin arkasını görerek daha dünyada iken ahireti idrak etmiştir.

Hz. Ali (ks.) bu makamda,

“Perde kalksaydı, yakînım artmazdı” buyurmuşlardır.

Bu arınmış, tertemiz nefsin Allah indinde kurtulmuş bir nefs olduğu şu ayetle vurgulanır:

“Nefsi arıtıp, temizleyen kurtulmuştur” (Şems/9)

Buna göre rü’yet müşahede ile birlikte mükâşefedir ya da ilimdir…

İlimle rü’yeti birleştirenler Hakk’ı gerçek anlamda müşahede edebilirler.

Birincisi gözün müşahedesidir.

Gözle müşahede, görmenin hareket noktası olarak bir başlangıçtır.

İkincisi kalbin müşahedesidir.

Kalp gözü ile görmek, bazı sırların kalbe ayan olmasıyla eşdeğer derecede hakikate atılan adımda bir mertebedir.

Basar’dan Basiret’e ulaşan yoldur…

Diğerlerinde olduğu gibi her bir mertebe arasında ilahi hakikatlerin gizli olduğu nurlar bulunur.

Üçüncü müşahede şekli ruhun müşahedesidir ki

bu durum sırra ulaşmada kendini kaybetmenin kapısında beklemekle eşdeğerdir.

Sırrın müşahedesi ise

bir son nokta

-ve asıl itibariyle hakikate yeni başlamak/yeniden başlamak-

üzerinden bir zirvedir.


İbni Arabi‘ye göre ise üç türlü müşahede vardır.

Halkı Hakk’ta müşahede, Hakk’ı halkta müşahede ve Hakk’ı halksız müşahede.

Nefsini arındırmak yolunda

çile çekmeyenlerin

müşahede edilecek alemlere ulaşmaları imkansızdır…

Mükaşefe,

Delillere ihtiyaç kalmadan kalbin Hakk’ın huzurunda bulunmasıdır.

Kişi Allah’ın sıfatlarıyla ünsiyet halindedir.

Keşif onu ilahi hakikatlere götürürken, sıfatların ünsiyetiyle kurduğu bağ

onu dış alemin meşguliyetlerinden de sıyırır.

İlmine sarıldıkça keşfe açılır. İlmi onu Hakka yaklaştırır.

Bursevî’ye göre rü’yet dört çeşittir:

1-Hakk’ı mahlûkat olmaksızın görmek, (vüsûl ve visâl)

2-Hak söz konusu olmaksızın mahlûkatı görmek, (sebep dairesi, avam nazarı)

3-Mahlûkatla birlikte Hakk’ı görmek, (lütuf ve ihsanı ile tanımak)

4-Hak ile birlikte mahlûkatı görmek. (Zikir ve şükür ve senâ makamı)

ÜÇÜNCÜ;

3-Mahlûkatla birlikte Hakk’ı görmek,

rü’yette kul enfüsî ve âfâkî delillerle Hakk’ı mahlûkatta müşahede eder.

Bunlar mahlukat aynasında Hakk’ı görüp,

mahlukatı; ikram, ihsan, lütuf, nimet, izzet, ilim,

emanet, imtihan, kahr, ceza, selamet, sürur, feyz

v.s gibi Hakk’ namına isimlendirir; zikreder, fikreder, şükrederler!…

DÖRDÜNCÜ;

4-Hak ile birlikte mahlûkatı görmek.

mahlukatı Hakk’ta görür. Yani, Hakk’ mahlûkata ayna olur.

Böylece, Hakk’ın aynasında maklukatı görür,

Cemâl’ine, Elhamdülillah,

Celâl’ine, Sübhanallah,

Kemâl’ine, Allah’u Ekber diyerek salât eder!…

BU İKİ RÜ’YETİ BİRLEŞTİRMEK İSE KEMAL MERTEBESİDİR.


Müşahede ise hiç bir şüphe kalmadan Hakk’ın kalpte huzurudur.

Naîm

cennetinde kullar Hakk’ı mahlûkatta görür.

Burada mahlûkat Hakk’a ayna mesabesindedir.

Kesîb

cennetinde ise mahlûkatı Hak’ta görürler.

Yani, Hak mahlûkata ayna olur.

Hulâsâ;

Kemal ve nihaî mertebede

RÜ’YET,

mahlûkatın ortadan kaldırılıp

kesîb makamında

Hakk’ı Hak ile müşahede etmek, yani; vüsûl ve visâl tir. (Kara, II, 297).

Babı Şefkat NUR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir