İNSAN KAİNATIN ŞAHSİ VE CAMİ OLAN HÜLASA BİR MEYVESİDİR!..
Ve mücerret, mukaddes ve mualla güzelliklerin en mükemmeli, imandır.
Kesinlikle bilinmesi gerekir ki;
Nübüvvet insanlık için takdir edilmiş, Hayır ve kemâlâtların
-insan kabiliyetlerinin yaratılış gayelerindeki kemale ulaşması ile birlikte,
istidadlarının da manevi bir inkişaf ve ulviyete yükselişinin
– özü ve hülasasıdır.
İnsanlığa ihsan edilen külli hayır ve kemâlâtlar bir peygamber eliyle başlamış
ve diğer peygamberler eliyle de devam etmiştir…
Nasıl ki, عَلَّمَ اٰدَمَ اْلاَسْمَاۤءَ كُلَّهَا 1 -A“Âdem’e bütün isimleri öğretti.”
(Bakara-31)
Hazret-i Âdem’in melâikelere karşı hilâfet kabiliyetinin üstünlüğü sağlayan,
esmâların talimidir ki, bize uzak,
ilgisiz ve başka bir alemde yaşanmış küçük bir hadise gibi görünse de,
aslında bütün insanlık için,
ademoğulları hakkında ezel de hükmedilmiş bir umumi ve Rahman-i takdirdir.
“Nev-i beşere, değil yalnız melâikelere, belki semâvât ve arz
ve dağlara karşı Emânet-i Kübra’yı haml davasında bir rüchaniyet vermiş.”
–30.söz- ifadesi
emaneti göklerin, yerin ve dağların değil de insanın yüklenmesi meselesiyle yakından ilgilidir.
Nitekim, Üstad Hazretleri(r.a)Onuncu Söz’ün On Birinci Hakikati’nde, 4bu büyük emaneti, insanın yüklenmesini ondaki “istidat” ile izah etmiştir.
İnsanın câmi istidadı ona şu üç sahada inkişaf imkânı sağlamıştır: Ulûm, fünun ve maarif.
Bilindiği gibi fünun (fenler) kâinatın fiziki yapısıyla ilgili ilimlerdir; fizik, kimya, botanik, jeoloji, astronomi gibi.
Ulûm ifadesinin biraz daha metafizik boyutu vardır. Meselâ, ilahiyat, tarih, edebiyat gibi ilim dallarının konusu fizikî âlem olmadığından onlara “fünun” denilmez.
Yâni, insan bu istidadı sayesinde emaneti yüklenmiştir.
Maarif denilince, öncelikle en büyük ilim olan marifetullah anlaşılır.
Allah’ın isimlerini, sıfatlarını, fiillerini ve esmâ tecellilerini tanıma konusunda insana verilen istidat, meleklerden çok yüksektir.
Marifetullaha varmak için Şeriat temelinden, sünnetin hayata ihyasına, Oradan Şeriatın mana hikmet ve hakikatine yol bulmak lazımdır
İMAN, BİR HÜSN-Ü MÜNEZZEH VE MÜCERREDDİR.
MÜCERRET GÜZELLİKLERİN
EN MÜKEMMELİ, İMANDIR. VE İMAN İLE YAPILAN İBADETTİR.
“İşte böyle bir insanın o yüksek ruhunu
ve istidadlarını genişletip yükselterek, kalbi ferahlandıran,, iman ile ibadettir;
meyillerini arındırıp temizleyen ve hakka yönlendiren, ibadettir;
Emellerini gerçekleştirip başarıya ulaştıran ibadettir;
fikirlere kapı açıp, hakikat çizgisinde tutan, ibadettir; Bedeni ve nefsi istek, duygu ve ihtiyaçlarını sınırlandırıp helal dairesinde tutan, ibadettir;
Görünen ve görünmeyen uzuvlarını ve duygularını kirleten vesvese ve cehaleti yok eden, ibadettir; (İşarat’ül-İ’caz)
Râbbi’l Âlemin her mü’min için bir makam ittihaz etmiştir.(Kuds-î Hadis)
Mü’mini takdir edilen bu makama yetiştiren, ibadettir;
Kul ile Rabbi arasında en yüksek ve en latif olan nisbet, ancak ibadettir.
“İşte bu sırdandır ki; Dünyada da ahirette de, İbadet şahsî kemalâta sebeptir.”
(İşarat’ül-İ’caz)
“İman, bir hüsn-ü münezzeh ve mücerreddir.”
Hakikatinde zaman, mekan,
arkasında yol alınan rehber de kişinin ihlas bütünlüğü kadar önemlidir.
Meselâ; Zaman hac mevsimi,
mekan Mescid-i Haram’sa,
Mürşidi Kur’an,
Önder Resullallah(ﷺ),
Rehberi Asrın İmamı,
Yolu Nur,
niyeti ve gayesi tam bir ihlas,
yareni uhuvvet ise;
bu imanın güzelliğinin ve bereketinin hesabını ancak Alemlerin Râbbi olan Allah bilir!..
Doğal olarak insan şahsi ve cemaat ibadeti ile de bir anda kâinatın en önemli misafiri en kıymetli bir reisi oluyor.
İnsanın bu makama çıkmasında, insanların iman ve itikad birliği, yani birlik ruhu ve birlik şuuru ve cemaatle yapılan ibadet önemlidir.
Bu durumda insan, hüsn-ü münezzeh denilen ve toplumsal hayatın güzelliği olan Kur’an’ ahlâkını, şahs-ı kemalatın esası olan sünnet edebini göstermekle,
kainatın.) şahsi ve cami bir hülasası-meyvesi– olur.
Bu Kainatın Yaratıcısı Zariyat suresinde;
“Ben insanları ve cinleri ancak ibadet etsinler diye yarattım.” Buyuruyor.
Böylece yaratılma gayesine de ulaşmış olur.
Mücerred olma hususunda ise;
Cemaatle yapılan ibadette birlik sırrı ile,
kâinat içinde bir zerre gibi zayıf, küçük bir mahlûk olan şu insan,
ubudiyetin azameti cihetiyle yerlerin ve göklerin kıymetli dostu,
salih bir kulu, kainata halife , mahlukata Kumandan
ve Yaratıcının kelamına muhatap olmakla EŞREF-İ MAHLUK makamına oturur.
“Kim Allah’a ve elçisine itaat ederse işte onlar,
Allah’ın nimet verdiği peygamberler,
sıddîkler, şehidler ve salihlerle beraberdir. Onlar ne güzel arkadaştır.” (Nisâ, 4/69)
“Ellezine-onlar ki…”
tabiri, onların insanoğlunun karanlıklı yolu içinde elmas gibi parladıklarına işarettir ki,
onları talep etmeye ve aramaya lüzum yoktur.
Onlar, herkesin gözü önünde hazır olduklarını temin eden bir yüksek şan ve şerefe sahiptirler.
“Aleyhim-kendilerine” deki “âla-yani üzerine” tabirlerinde enbiyaya yükletilen risalet
ve teklif yükünün pek ağır olduğuna ve sahraları faydalandırmak için yağmur,
kar ve fırtınaların şiddetine mâruz kalan yüksek dağlar gibi,
peygamberler de ümmetlerini feyizlendirmek için risaletin tebliğinde birçok zahmetlere
ve belâlara mâruz kalmışlardır ;.
Başka bir surede zikredilen;
“İşte onlar Allah’ın kendilerine
pek büyük nimetler bağışladığı
peygamberler, sıdıklar, şehitler ve Salih kimselerle beraberdirler.”-Nisa-69.olan
âyet-i kerime, buradaki
“Kendilerine nimet ve ihsanda bulunduğun kulların”
âyet-i celilesini beyan eder.
Zaten Kur’ân’ın bir kısmı, bir kısmını tefsir eder.
“S – Peygamberlerin meslekleri birbirine uymadığı gibi,
ibadetleri de birbirine muhaliftir.
Bunun esbabı nedir?
C – İtikad ve amelde, usul ve hükümlerin esaslarında peygamberlerin hepsi devamlı ve sabittirler, değişmezler.
Dinin esasatın da olmayan konuların (furuat) gereği ise zamanın değişmesiyle değişiklik göstermesidir.”
(İşârâtü’l-icâz)
(İnsanın çocukluğunun, gençliğinin, olgunluk ve yaşlılığının gereği olan
giyim- kuşam yiyecek-kullanacak
ve ilaçların farklılık gösterdiği gibi, bu da çok doğal bir şeydir.
Tabii ki doğal olarak, kalb ve ruhların gıdası olan dini esasat
ve hükümlerin teferruat kısımları da her bir peygamberin dönemin de değişiklik gerektirmiştir.)
“İkinci Sual:Teşehhüd âhirinde,deki teşbih,
“Allah’ım, İbrahim’e (a.s.) ve İbrahim’in (a.s.) nesline rahmet ettiğin gibi, Muhammed’e (a.s.m.) 4ve Muhammed’in (a.s.m.) nesline de rahmet et.” Buhari, Enbiyâ:
Umulur ki Rabbin, seni övülmüş bir makam olan en büyük şefaat makamına kuvuşturur.“
(İsrâ, 79)
–Teşbihlerin kaidesine uygun gelmiyor?..
Çünkü, Muhammed (a.s.v) , İbrahim (a.s.) daha ziyade rahmete mazhardır
ve daha büyüktür. Bunun sırrı nedir?
-Aynı dua, eski zamandan beri ve bütün namazda tekrar etmeleri…
Halbuki bir dua bir defa kabule mazhar olsa yeter.
Milyonlarca duaları makbul olan zatlar daimi bir şekilde ısrarla dua etmesi
ve bilhassa o şey İlâh-i vaade varsa…
Elcevap:
Bu sualde üç cihetve üç suâl var.
Birinci cihet:
Hazret-i İbrahim (a.s) gerçi Hazret-i Muhammed (ﷺ) yetişmiyor.
Fakat onun âli, enbiyadırlar.
Muhammed(a.s.v) âli, evliyadırlar. Evliya ise, enbiyaya yetişemezler.
Âl hakkında olan bu duanın parlak bir sûrette kabul olduğuna delil şudur ki:
Üç yüz elli milyon içinde, Âl-i Muhammed (a.s.v) yalnız iki zâtın, yani Hasan (r.a.)
ve Hüseyin’in (r.a.) neslinden gelen evliyanın büyük çoğunluğu hakikat
ve tarikat mesleklerinin pirleri ve mürşitleri olmaları
“Ümmetimin alimleri İsrâiloğullarının peygamberleri gibidir.”
hadisinin mazharları olduklarının delilidir.
Başta Câfer-i Sâdık (r.a.) ve Gavs-ı Âzam (r.a.)
ve Şah-ı Nakşibend (r.a.) dört büyük mezhep imamı olarak her biri,
ümmetin bir büyük bir kısmı hak yolun hakikatine
ve İslâmiyetin hakikatine çok kişinin irşadına vesile olarak hizmet etmeler;
bu nesil hakkındaki duanın makbuliyetinin delili
ve her bir asırda istifadeye mazhar, bereketli meyveleridirler.” (Şualar)
Süfyân-ı Sevrî:
“Ebu Hanife’nin önünde, şahin önündeki serçeler gibiyiz.
O gerçekten alimlerin efendisidir.”
İmam Şafi:“İnsanlar fıkıhta Ebu Hanife’nin çocuklarıdır.” (13)
Hz. Peygamber (ﷺ)
“Kureyş’e sövmeyiniz, zira Kureyş’li bir alim yeryüzünü ilimle doldurur”
(Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 2/53, 54) diye verdiği haberin,
İslâm bilginleri tarafından İmam Şafiî Hazretleri hakkında olduğu söylenmiştir.
“İman, süreyya yıldızına çıksa,
Fars oğullarından biri elbette alıp getirir.” (Buharî, Tefsir 62)
“İnsanlar Irak alimlerinin, Irak alimleri Kufe alimlerinin,
Kufe alimleri de İmam-ı A’zam Ebu Hanife’nin çocuklarıdır.”
(bk. Tehânevî, Kavaid, 191; İbnTeynıiyye, Minhâcü’s-Sûnne, 2/619;
Nişancızade Muhammed bin Ahmed, Mir’ât-ı Kâinât, 2/51)
“-İmam-ı Şafî (r.a) demiştir ki;
“Allah Teâlâ ilimde bana iki kişi ile yardımda bulundu.
Hadiste İbni Uyeyne, fıkıhda İmam-ı Muhammed.
Yine ilimde ve dünyalıkta İmam-ı Muhammed kadar bende hakkı olan kimse yoktur.
Ondan öğrendiklerimle bir deve yükü yazı yazdım.
O olmasaydı, ilimden bana bir şey ulaşmazdı.”
“Müslümanların imamı Ebu Hanife, hükümleri, rivayetleri
ve fıkhıyla beldeleri ve üzerinde yaşayanları,
Zebur ayetlerinin kitap sayfalarını süslediği gibi zinetlendirdi.
Ne doğulular ne batılılar arasında ne de Kûfe’de onun benzeri yoktur.
Rabbimizin rahmeti o sahife okunduğu sürece ebedi olarak onun üzerine olsun.”
(Divanül-İmam eş-Şafi, Dârü’l-Kütübi’l-Ilmiyye, Beyrut 1986, 77.
“İnsanlar Irak alimlerinin, Irak alimleri Kufe alimlerinin,
Kufe alimleri de İmam-ı A’zam Ebu Hanife’nin çocuklarıdır.”
(bk. Tehânevî, Kavaid, 191; İbnTeynıiyye, Minhâcü’s-Sûnne, 2/619; Nişancızade Muhammed bin Ahmed, Mir’ât-ı Kâinât, 2/51)
Hattâ denilebilir ki, Râbbî Rahim’imiz, mânevî kemâlât gibi maddî kemâlâtı
ve hârikaları dahi Peygamberlere verilen mu’cize eli insanlığa hediye etmiştir.
“İşte Hazret-i Nuh’a (a.s) gemiyi ve Hazret-i Yûsuf’un (a.s) saati,
insanlığı hediye eden, peygamberlere ihsan edilen mucizelerdir..
Bu hakikate latîf bir işarettir ki, san’atkârların ekseri,
herbir san’atta birer peygamberi pîr kabul ediyorlar.
Meselâ, gemiciler Hazret-i Nuh’u (a.s), saatçiler
Hazret-i Yûsuf’u (a.s), terziler Hazret-i İdris’i (a.s),..”(20.-söz)
Bab-ı Şefkat NUR