İMANINI TAKLİDDEN

TAHKİKİ’YE ÇIKARMAYAN KİMSE MES’ULDÜR…

“İman, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın tebliğ ettiği

zaruriyat-ı diniyeyi tafsilen 

ve zaruriyatın gayrısını icmalen tasdik etmekten hasıl olan bir nurdur.”

(İşârâtü’l-icâz-Bakara,3.ayet)

İman;

Allah’ın varlığına, birliğine, Hz. Muhammed  ()’ın Peygamber olduğuna,

vahiyle Allah’tan alıp bize bildirdiği herşeyin hak ve doğru olduğuna,

hiç şüphe etmeden tereddüdsüz inanmak ve tasdik etmektir…

Ve yine, altı iman esasatını;

Namaz, oruç, hac, zekat gibi, farz kılınan ibadetleri;

İçki içmek, kumar oynamak, adam öldürmek, zina yapmak gibi

haram kılınan şeyleri öğrenmek,

tasdik etmek, kısaca haramı haram, helâli helâl bilmektir…

İşte bu kadar iman hakkındaki seviye;

zaruriyat-ı diniyeyi tafsilen” bilmektir… 

“S – Avâm-ı nâstan, 

hakaik-i diniyeyi tabir eden ancak yüzde birdir.

(İşârâtü’l-icâz-Bakara.3.ayet)

Bir çekirdek nasıl büyüyüp ağaç oluncaya kadar büyük bir gelişme gösteriyor,

pek çok mertebelerden geçiyorsa iman da öyledir…

Kuvvet ve zayıflık bakımından iman ikiye ayrılır…

1-Taklidi iman;

Taklidi iman sahibinin imanı ve inancı sağlam değildir…

Büyük bir vesvese, şüphe veya musibet karşısında kaybedilebilir,

o yüzden;

imanını taklidden tahkikiye çıkarmayan kimse mes’uldür.

“Mukallidin imanı sahih ve caizdir.

Ama elinden gelen,

imana dair delilleri araştırmayı

ve tahkiki terk etmesinden dolayı günahkardır.”

(İmam maturidi)

2- Tahkiki iman;

Her iman hakikatini tafsilatı, delilleri ve hakikatleriyle bilmek,

Mana ve hikmetlerini bir derece idrak edip hissetmek…

 İşte bu;   “zaruriyatın gayrısını icmalen tasdik” etmek demektir ki;

“Avâm-ı nâstan,(halktan) hakaik-i diniyeyi tabir eden ancak yüzde birdir.

Bunlar; Nebiler, devrin müceddidleri, zamanın imam ve halifeleridir…

Bu Mukadderatı İlahi’nın kader de takdir ettiği bir nisbettir, ölçüdür…

“C – Tabir etmemesi, bilmemesine delil olamaz.

Evet, çok defa lisan,

insanın tasavvuratından incelerini tabirden âciz olduğu gibi,

kalbindeki ve vicdanındaki inceler de akla görünmez.”

“Hattâ belâgat dâhilerinden Sekkâkî gibi bir zât, İmruu’l-Kays 

veya başka bir bedevînin ibraz ettiği belâgat incelerini kavramamıştır…”

(İşârâtü’l-icâz-Bakara,3.ayet)

Sekkâkî ile İmru’l-Kays veya başka bir bedevînin durumu da bunun gibidir. 

Sekkaki gelmiş geçmiş en büyük belagat dâhilerinden de olsa,

bir bedevinin saf, temiz ve doğal belagat anlayışına yetişemiyor.

Bu yüzden İmam-ı Azam Arapçayı mükemmel bilmesine rağmen,

sırf belagatin inceliklerine vakıf olmak için

Arapçayı daha fasih daha el değmemiş

bir şekilde konuşan bir kabile içinde iki yılını geçirmiş.

Belagatın bir anlamı da bir şeyde gizli olan derin anlamdır.

Bu derinliğe inip o manayı anlayabilmek için,

o yörenin diline, örfüne hakim olmak gerekir.

 “Maahâzâ, imanın var olup olmadığı sorguyla anlaşılır.

Meselâ âmi bir adama, bütün cihetleriyle, 

eczasiyle kudretinde ve tasarrufunda bulunan Sâniin,

yarattığı bu âlemin bir cihette 

Sânii olup olmadığı hakkında bir sorgu yapıldığı zaman,

“-Hiçbir cihette değildir! Olamaz!” dese kâfidir.

Çünkü, nefiy cihetinin,

yani Sâni’siz olamayacağının onun vicdanında sabit olduğuna delâlet eder.”

(İşârâtü’l-icâz-Bakara,.3.ayet)

Burada avamın imanının sorgu ile anlaşılacağı ifade ediliyor

Zira;  avam bir insan kalbinde ve ruhunda ki imanı çok kapsamlı

ve derin bir şekilde ifade ve izah edemez,

onun yerine basit sorularla imanı anlaşılabilir denilmek isteniyor.

Mesela;

‘SÜBHANALLAH’ denildiği zaman ne anladığı sorulduğunda;

Basit bir şekilde, Alemlerin sahibi,

Alemlerin içindeki zaman ve mekandan münezzeh olduğunu veya

‘KÜFÜVEN EHAD’, Mahlukata benzemediğini ifade etmesi,

Veya’ SAMED’ olduğunu bilmesi yeterli olur…

Zira imanın ince duygu his ve letaiflerini beyan etmek,

Belağata dökmek, her iman edene has bir ifade değildir…


“İman, Sa’d-ı Taftazanî’nin tefsirine göre;

“Cenâb-ı Hakkın,

istediği kulunun kalbine, 

cüz-i ihtiyarının sarfından sonra ilka ettiği bir nurdur” denilmiştir.”

(İşârâtü’l-icâz-Bakara,.3.ayet)

Göz; eşyanın şekil ve suretini görürken, 

basiret ise; eşyanın hakikati olan sanatkarı ve ustayı görür.

Ve yine akla nur olur, feraseti,

vicdana nur olur hakkaniyeti tecelli ettirir… 

Basirete bu hakikatleri gösteren şey ise; iman ve hidayetin nur ve ışığıdır.

“Öyleyse, iman, 

Şems-i Ezelîden vicdan-ı beşere ihsan edilen

bir nur ve bir şuadır ki, 

vicdanın içyüzünü tamamıyla ışıklandırır.”

(İşârâtü’l-icâz-Bakara,.3.ayet)

“Rabbimizi bize tarif eden üç büyük, küllî muarrif var:

Birisi şu kitab-ı kâinattır ki,

Birisi Hâtemül-Enbiyâ Aleyhissalâtü Vesselâmdır.

Birisi de Kurân-ı Azîmüşşandır.”

SORU; “Dördüncü burhan: Âlem-i gayb ve şehadetin nokta-i iltisakı

ve berzahı ve iki âlemden birbirine gelen seyyârâtın mültekası,

VİCDAN denilen fıtrat-ı zîşuurdur.

Evet, fıtrat ve vicdan akla bir penceredir; tevhidin şuâsını neşrederler.

(Mesnevi-i Nuriye, nokta)

– Vicdanın tevhidin bürhanları arsında sayılması nasıl olur?..

Tevhidin dört büyük delilinden (Kur’an Zîşan, Hz.Muhammed,(ﷺ)

Kitab-ı kebîr denilen Kainat)  birisi de

şuur sahibi varlıkların vicdan ve fıtratı oluyor.

‘Bozulmamış fıtrat,  çürümemiş vicdan asla ve kata yalan söylemez.’

Bu dört nüktede  vicdanın tevhide nasıl şahitlik ettiğinin izahı yapılıyor.

“Vicdanın anâsır-ı erbaası ve ruhun dört havassı olan 

‘irade, zihin, his, lâtife-i Rabbaniye’ 

her birinin bir gayetü’l gayâtı var:

İradenin –gayesi- ibadetullahtır. (Makamı rızaen-lillâhtır)

Zihnin, -gayesi -mârifetullahtır. Makamı (‘Arif’i-billah’ bir akıldır)

Hissin, -gayesi -muhabbetullahtır. Makamı (‘Hub’bu-lillah’ bir kalptir.)

Lâtifenin, -gayesi- müşahadetullahtır. (Makamı Fuad’dır)

Takva denilen ibadet-i kâmile, dördünü tazammun eder.

Şeriat, şunları hem tenmiye,

hem tehzip, hem bu gayetü’l-gayâta sevk eder!..”

(-Şuâât)

RUH, vucüd üzerindeki muhkem kudretini,

maddi alemine beyin vasıtasıyle,

manevi alemine de Vicdan vasıtasıyle hakim olmakla sağlar.

Nasıl ki şu âlem dört ana unsur – hava, su, toprak ve ateş –

ve bu unsurların birleşmesinden meydana gelmiştir;

aynen öyle de vicdanın da bu dört ana unsuru ve dört havassı vardır.

“Ve bu sayede, bütün kâinatla bir ünsiyet,

 bir emniyet peyda olur

ve her şeyle kesb-i muarefe eder.”

Ve insanın kalbinde öyle bir kuvve-i mâneviye husule gelir ki,

insan, o kuvvetle her musibete,

her hadiseye karşı mukavemet edebilir.

Ve öyle bir vüs’at ve genişlik verir ki,

 insan o vüs’atle geçmiş ve gelecek zamanları yutabilir.”

(İşârâtü’l-icâz-Bakara,3.ayet)

“Her kim kendisini Allah’a mal ederse, bütün eşya onun lehinde olur.

 Ve kim Allah’a mal olmasa, bütün eşya onun aleyhinde olur.”

(mesnevi-i Nuriye)

Zira evvel ile zahiri bir gördüğü gibi, zahirle batını da bir görür…

Kendini de kullukta mahlukattan farklı görmez…

Mahlukata dair nimetlerinde, kendinde olan rahmetinde sahibini iyi bilir.

 “Ve keza,

iman, Şems-i Ezelîden ihsan edilmiş bir nur olduğu gibi, 

saadet-i ebediyeden de bir parıltıdır.”

 “Ve o parıltıyla, vicdanında bulunan bütün emel

ve istidatlarının tohumları

bir şecere-i tûbâ gibi neşvünemaya başlar, 

ebed memleketine doğru hareket eder, gider.”

(İşârâtü’l-icâz-Bakara,.3.ayet)

“İman hem nurdur, hem kuvvettir.

Evet, hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir

ve imanın kuvvetine göre, hâdisâtın tazyikatından kurtulabilir.

‘Tevekkeltü alâllah’ der, sefine-i hayatta kemâl-i emniyetle,

hâdisâtın dağlarvâri dalgaları içinde seyran eder.

Bütün ağırlıklarını Kadîr-i Mutlakın yed-i kudretine emanet eder,

rahatla dünyadan geçer, berzahta istirahat eder.

Sonra, saadet-i ebediyeye girmek için Cennete uçabilir.”

(23. söz)

Bab-ı Şefkat NUR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir