HEVES, DAMAR, ASAB, TABİAT VE HİSSİYAT HALİTASINDAN ÇIKAN
BU MECAZİ NEFS-İ EMMARE, HAKİKİSİNDEN DAHA ŞİDDETLİDİR!..
“Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş:
“Allah bir topluluk için hayır murad ettiğinde, onlara nefislerinin ayıplarını gösterir.”
“Kur’ân-ı Hakîmde Hazret-i Yusuf (a.s) demiş:
“Ben nefsimi temize çıkarmam.
Çünkü nefis daima kötülüğü emreder.”
“Evet, nefsini beğenen ve nefsine itimad eden,
bedbahttır.
Nefsinin ayıbını gören, bahtiyardır.
Öyle ise sen bahtiyarsın!..”
(26.mektup)
İnsana daima kötülüğü emreden “nefs-i emmare” yatıştırılabilir.
Böylece onun kötü istek ve arzuları da susturabilir.
Böylece
nefs-i emmâre, levvâmeye veya mutmainneye inkılâp eder.
Ancak bu durumda her şey bitmiş değildir.
İnsanın imtihanı, mücahedesi ve manevi terakkisinin,
ömür boyu devam etmesi için
“mânevî bir nefs-i emmare”
devreye girer…
Heves, damar, asab, tabiat ve hissiyat halitasından çıkan bu mecazi nefs,
hakikisinden daha şiddetlidir,
daha ziyade söz dinlemez ve kötü ahlâka çok teşvik eder…
İmam-ı Rabbani gibi büyük zatların bile nefs-i emmareden şekva ettikleri söylenir.
Halbuki onların şekvaları, hakikisinden değil, işte bu mecazî olan nefistendir.
Nefs-i emmâre çoktan öldüğü hâlde, onun izleri yine görünür.
Bu nedenle,
nefs-i emmaresini öldürenlerin,
ölünceye kadar imtihanları
ve mücahedeleri devam etmesi için
öncekinden daha ağır olarak yeni bir nefis verilir.
Bu konuda Bediüzzaman (r.a) Hazretleri şu açıklamayı yapar:
“Bir zaman, evliya-yı azîmeden,
nefs-i emmâresinden kurtulanlardan birkaç zattan,
şiddetli mücahede-i nefsiyeler ve nefs-i emmâreden şekvâlarını gördüm.
Çok hayret ediyordum.
Hayli zaman sonra, nefs-i emmârenin kendi desaisinden başka,
daha şiddetli ve daha ziyade söz dinlemez
ve daha ziyade ahlâk-ı seyyieyi idame eden ve heves ve damar ve âsab,
tabiat ve hissiyat halitasından (karışımından) çıkan ve nefs-i emmârenin
son tahassungâhı bulunan ve nefs-i emmâreyi tezkiyeden sonra
onun eski vazife-i seyyiesini gören
ve mücahedeyi âhir ömre kadar devam ettiren
bir mânevî nefs-i emmâreyi gördüm.
Ve anladım ki, o mübarek zatlar,
hakikî nefs-i emmâreden değil,
belki mecazî bir nefs-i emmâreden şekvâ etmişler.
Sonra gördüm ki,
İmam-ı Rabbanî dahi bu mecazî nefs-i emmâreden haber veriyor.”
“Bu ikinci nefs-i emmârede şuursuz kör hissiyat bulunduğu için,
akıl ve kalbin sözlerini anlamıyor ve dinlemiyor ki onlarla ıslah olsun
ve kusurunu anlasın.
Yalnız tokatlar ve elemlerle nefret edip
veya tam bir fedailiğe her hissini maksadına feda etsin.”
“Bu acip asırda dehşetli bir aşılamak ve şırıngayla hem hakikî,
hem mecazî iki nefs-i emmâre ittifak edip öyle seyyiata,
öyle günahlara severek giriyor.
Kâinatı hiddete getiriyor…”
(Kastamonu lhk. 148.mektup)
“Yer üzerinde bulunan her şey fânidir.”
(Rahman,26)
“Bu dünya hayatı sadece bir oyun ve oyalanmadan ibarettir.
Ahiret yurduna gelince,
işte asıl hayat odur. Keşke bilmiş olsalardı!..”
(Ankebut,64)
“Eğer dünyanin Allah katinda
bir sivri sineğin kanadi kadar değeri olsaydı,
ondan kâfire
bir yudum su bile içirmezdi.”
(Tirmizi)
“Dünya öyle bir metâ değil ki, bir nizâa değsin.”
(mektubat)
“Bizim uğurumuzda mücahede edenlere gelince,
elbette biz onlara yollarımızı gösteririz
ve
şübhesiz ki Allah,
her halde muhsinlerle beraberdir!…”
(ankebut,69)
“İnşaallah, aziz kardeşim,
size hücum eden nefsiniz
ve emrâz-ı kalbiniz değil,
belki mücahedenin devamı için,
beşeriyet itibarıyla âsâba intikal eden
ve terakkiyât-ı daimîye sebebiyet veren, dediğimiz gibi bir hâlettir!..”
(26.mektup)
Bu haletin, DEVÂSI, TEZKİYESİ ve ÇÖZÜMÜ şudur ki;
“Evvelâ rıza-yı İlâhî ve iltifat-ı Rahmânî ve kabul-ü Rabbânî
öyle bir makamdır ki,
insanların teveccühü ve istihsânı,
ona nisbeten bir zerre hükmündedir…
Eğer teveccüh-ü rahmet varsa, yeter.
İnsanların teveccühü,
o teveccüh-ü rahmetin in’ikâsı ve gölgesi olmak cihetiyle makbuldür,
yoksa arzu edilecek birşey değildir.
Çünkü kabir kapısında söner, beş para etmez!..
Hubb-u cah hissi eğer susturulmazsa ve izale edilmezse,
yüzünü başka cihete çevirmek lâzımdır.(Mektubat-6.kısım)
Şöyle ki:
“İnsanların takdiri, istihsanı,
Eğer böyle işte,
böyle amel-i uhrevîde illet ise, o ameli iptal eder.
Eğer müreccih ise, o ameldeki ihlâsı kırar.
Eğer müşevvik ise saffetini izale eder.
Eğer sırf alâmet-i makbuliyet olarak,
istemeyerek,
Cenab-ı Hak ihsan etse,
o amelin ve ilmin insanlarda hüsn-ü tesîri namına,
“Vesile olan yapan gibidir!..” (Tirmizi,ilm)
ve
“Bir iyiliğe öncülük eden kimseye o iyiliği yapanın ecri gibi sevap vardır.”
(Müslim, İmâre 133.)
Hadis-i şerif’i mucibince, kabul etmek güzeldir ki,
İbrahim (a.s) dediği gibi;
[“Bana, arkamdan hayırla yâd edilmeyi nasip et.”) Şuarâ Sûresi, 26:84 ]
buna işarettir.” (barla lahikası)
Bu kimseleri örneklemek gerekirse;
“İnsanların takdiri, istihsanı,
Eğer böyle işte,
böyle amel-i uhrevîde illet ise, o ameli iptal eder.” (barla lahikası)
bu kişi avamdandır,
amelini ifa ederken,
eline diline sahip olmaz,
tek gayesi insanlar arasında ‘dindar’ olarak anılmaktır!..
“Eğer müreccih ise, o ameldeki ihlâsı kırar.” (barla lahikası)
bu kişi de kendini salih bildiğinden, insanlar arasında iyilerden olarak anılmak için gayret gösterir!..
“Eğer müşevvik ise saffetini izale eder.” (barla lahikası)
Bu kişi de (alimdir) havastır ki;
İnsanlar ona yönelmiştir,
insanların yönelmesini teşvik için o da kendini teşvik eder!..
“Eğer sırf alâmet-i makbuliyet olarak, istemeyerek,
Cenab-ı Hak ihsan etse,
o amelin ve ilmin insanlarda hüsn-ü tesîri namına…”(barla lahikası)
Amma bu kişi Havass’ul-Havas’tır (ilmiyle amil olandır) ki;
Emr-i maruf farziyeti mucibince
(Farz ve sünnet gereğince ihlasla ) hareket eder!..
İnsanların takdiri ve övgüsünü düşünmez…
Bu yüzden onun çoğunlukla halklar nezdinde şöhreti yoktur…
Gayreti ve himmeti sadece; ‘Tevfik-i İlahiye’ refik olmaktır!..
Bab-ı Şefkat NUR