EZELİLİK NE DEMEK?
“75- Böylece biz İbrahim’e göklerin ve yerin melekûtunu (muhteşem varlıklarını)
gösteriyorduk ki, kesin inananlardan olsun.
76- Üzerine gece bastırınca, bir yıldız gördü:”Rabb’im budur” dedi.
Yıldız batınca da:” Ben batanları sevmem” dedi.
77- Ay’ı doğarken gördü:
“Rabb’im budur” dedi. O da batınca:
“Yemin ederim ki, Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi, elbette sapıklığa düşen topluluktan olurdum” dedi.
78- Güneş’i doğarken görünce:
“Rabb’im budur, bu hepsinden büyük” dedi. O da batınca dedi ki:
“Ey kavmim! Ben sizin (Allah’a) ortak koştuğunuz şeylerden uzağım”.
79- “Ben yüzümü tamamen, gökleri ve yeri yoktan var edene çevirdim
ve artık ben asla Allah’a ortak koşanlardan değilim”.
(En’am suresi)
“Tevrat’a göre Hz. İbrâhim’in doğum yeri olan Ur şehrinde yapılan kazılar sonucu
bulunan tabletlerde 5000 civarında tanrı ismi geçmektedir.
İbrâhim aleyhisselâm,
muhtemelen kendisi bu gözlemlere girişmeden önce de tevhid ehlinden olmakla birlikte
kavminin bu bâtıl inançlarından hareket ederek onları
tevhid akîdesine ikna etmek düşüncesiyle
önce, belki de yıldızlar içinde en parlak olan birinin,
sonra ayın ve ardından da güneşin tanrı olup olamayacağını tartmış;
gelip geçici ve değişken bir varlığın ilâh olamayacağı,
ilâhî bir sevgiyle benimsenemeyeceği şeklindeki temel gerçeğe dayanarak
bunların hiçbirini ilâh diye kabul etmenin mümkün olmadığını,
bütün noksan sıfatlardan münezzeh olan
Allah’tan başka gerçek ilâh bulunmadığını ispatlamış;
nihayet sahip olduğu veya gözlemlerinden sonra ulaştığı yakînî imanı
“Ben, Hanîf olarak yüzümü, gökleri ve yeri yoktan yaratana çevirdim
ve ben müşriklerden değilim” ifadesiyle ortaya koymuştur”.
Böylece Hz. İbrâhim pek çok müslüman ilim ve fikir adamının
Allah’ın varlık ve birliğini aklî delillerle ispat etmek bakımından önemle üzerinde durdukları,
gözleme dayalı bu istidlâli ile hem putperest kavminin inançlarını çürütmüş
hem de hak dinin en temel ilkesi olan doğru bir ulûhiyyet inancının
nasıl olması gerektiğini göstermiş bulunmaktadır!..”
(Elmalılı)
“Allahü Teâlâ,
Ehad, Samed olduğu için tecezzi etmez-bölünmez-,
O’ndan ne bir cüz, ne bir cevher,
ne bir madde kopup ayrılmaz, çıkmaz.
O’nun cinsi, nevi, benzeri olmaz.
Hiçbir ihtiyacı ve eksiği bulunmaz.
Ancak O’nun ilminde bulunan her şey,
yine O’nun yaratmayı dilemesiyle vücuda gelir.
‘Ol’ demesiyle olur.”
(Elmalılı)
Hakikatler iki türlüdür.
Birisi mutlak hakikatler ki, ezelden ebede kadar kendi mahiyetinin dışında başka mahiyetlere girmezler ve zıtlarına asla dönüşmezler.
Allah’ın sıfatları asla tebeddül ve tağayyür etmezler;
ezelden ebede aynıdırlar.
Bir de nisbî hakikatler var ki, bunlar ancak Allah dilerse değişirler.
O’nun haricinde, kimse bu hakikatleri değiştiremez.
Buna misal, kâinatta var olan ve işleyen kanunlardır; Ateşin yakma vasfı, yerin çekim kuvveti gibi.
Aynı anda hem ışık hem karanlık olamaz.
Ya ışıktır ya da karanlıktır. Bir şey ya vardır ya da yoktur.
Bir şey aynı anda hem var hem yok olamaz. Bir şeyde zıddı galipse, aslı gitmiş demektir.
Ya da onun zaten asıl olmadığı anlaşılmış olur.
Meselâ, bir yerde ışık varken, karanlık oraya girip istila etmiş ise,
ışığın orada asıl olmadığı sabit olur.
Işık geldiğinde de karanlık gidiyorsa, durum yine aynı oluyor.
“Geçmiş, şu an ve gelecek”
olmak üzere üçe ayrılan zaman, nisbî yani göreceli bir ifadedir.
Yaşadığımız an, bir an öncesine göre gelecek idi,
bir an sonrasında ise geçmiş olarak isimlendirilecektir.
Bu ve benzeri bütün nisbetler ve izafetler mahlûkata göredir.
Yâni, “asır, sene, gün, dün, bugün, yarın…” ancak mahlûkat için söz konusudur.
“Ezel”e gelince, ezel zaman itibariyle bir sonsuzluk demek değildir.
Ezelde “geçmiş, şu an, gelecek, mekân ve mahlûk” yoktur.
Zihin ezel hakkında bir zaman silsilesi tasavvur edemez.
Zaman “devir, asır, yıl, ay, gün, saat, saniye, an…”
gibi birimlere taksim edildiği hâlde, ezel için böyle bir taksimat yapılamaz.
Ezel için bir başlangıç noktası da tasavvur edilemez.
EZEL,
mutlak varlığın ancak mekân ve zamandan münezzeh
olan Allah’a mahsus olmasından ibarettir!..
Bu gerçeği, Peygamber Efendimiz (asm.)
“Allah vardı; beraberinde başka bir şey yoktu.”(bk. Buhari, Bed’u’l-halk, 1)
hadîsi ile beyan buyurmuştur.
O halde “Cenâb-ı Hakk’ın ezelî olması” demek,
O’nun kıdemi demektir.
Yâni, “yegâne ve tek bir” olan
O Vâcibü’l-Vücud’un “evveliyetine bir başlangıç olmadığı” manasındadır!…
Cenab-ı Hakk’ın ezeliyeti,
devam ve bekası hâdiselerin zaman içerisinde akışı şeklinde düşünülemez.
O’nun kıdem ve bekâsı hakkında zaman, boyut, silsile, geçmiş zaman, şu an ve gelecek söz konusu değildir…
Öyleyse, zaman kavramı maziye doğru hayâlen ne kadar uzatılırsa uzatılsın
Cenâb-ı Allah’ın ezeliyeti ile mukayese edilemez.
Zamanın başlangıcından geriye doğru hayâlen gitsek
ve şu kâinat gibi milyarlarca kâinat daha yaratıldığını düşünsek,
bu hayâli ve vehmî zaman yine Cenâb-ı Hakk’ın ezeliyeti ile beraber olamaz
ve O’nunla kıyasa girmez.
Zira, böyle bir mukayese,
Kadîm’i (evveli olmayanı) hâdis (sonradan yaratılan) ile mahlûku Hâlık ile
sonu olanı, sonsuzla mukayese etmek demektir
Bu açıklamalardan anlaşılacağı gibi;
Cenâb-ı Hak Kadîm’dir, ezelîdir; zaman ise mevcudatın yaratılması ile başlamıştır.
Mevcudat yaratılmadan önce zaman yoktu ki,
Allah hakkında böyle bir soru sorulabilsin.
Allah’ın zâtını kemâli ile bilmek ancak O’na mahsus olduğu gibi,
kendisini kemâliyle takdis ve tahmid etmek de yine O’na mahsustur.
Marifetullah‘ta en ileri mertebede olan
Peygamber Efendimiz (ﷺ) mi’râc mucizesi ile Allahü Azîmüşşân’ı
bizzat gördüğü hâlde O’nu hakkıyla bilmek
ve lâyıkıyla takdis ve tahmid etmekteki aczini şöyle itiraf etmiştir:
“Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim.
Ben seni lâyıkı vechi ile bilemedim. Sana hakkıyla şükredemedim… “
(Buhârî, Megâzî, 67, 74, Bed’u’l-Halk)
Diğer bir hâdis-i şeriflerinde ise şöyle buyurmuştur:
“Sen kendini sena ettiğin gibisin.“(N1748 Nesâî, Kıyâmü”l-leyl, 51)
Bir şeyin ezeli olduğunu idrak etmek çok mu zor?
Mesela ateist bir kafanın
Kainatın ya da kainatı var ettiği söylenilen büyük patlama emtialarının
(kütle, enerji, magnetizma) hep var olduğunu nasıl düşünüyor ;
bu ateist kafa Allah’ın ezeli olduğunu idrak etmekte zorlanıyorsa,
bu emtianın sürekli varlığını nasıl idrak ediyor?
İdrak-i maali bu küçük akla gerekmez
Zira bu terazi bu kadar sikleti çekmez
Zamanımızda saf zihinleri bulandırmak,
körpe dimağları ifsat etmek için ortaya atılan sorulardan biri de
“Bu mahlûkatı Allah yarattı, peki ya Allah’ı -hâşâ- kim yarattı?” sorusudur.
Aynı soru müşrikler tarafından bizzat Peygamber Efendimize (ﷺ) sorulmuş
ve bu soru üzerine Cebrail (as.),
Allah’ü Azîmüşşân’dan İhlâs Sûresini cevap olarak getirmiştir.
Bu sûre ile şirkin bütün nevileri kökünden kesilip atılıyor, te
vhidin bütün mertebeleri en güzel bir şekilde izah ve ispat ediliyordu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz (ﷺ) de bu soruyu soran kimselere
yine İhlâs Sûresi ile cevap verilmesini beyan buyurmuşlardır.
( Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/554-555.;
Suyûtî, Lübâbun-Nukûl, 11,199-211; Alusi, XXX, 270-27I.)
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla
1. De ki: “O, Allah’tır, bir tektir.”
2. “Allah Samed’dir. (Her şey O’na muhtaçtır; O, hiçbir şeye muhtaç değildir.)”
3. O’ndan çocuk olmamıştır (Kimsenin babası değildir).
Kendisi de doğmamıştır (kimsenin çocuğu değildir).”
4. “Hiçbir şey O’na denk ve benzer değildir.”
İnsanın yaratılışında fıratına konmuş olan Rahman’ın suretini ifade eden sıfat-ı sebâ yani yedi sıfat-Hayat, ilim, irade, basar, sem’i, kelam, kudret /tekvin- dır.
Nasıl ki Cenab-ı Hak, zatî/ayn sıfatları ile değil de,
ne ayn ne gayr olan sıfat-ı seba’ sıyle Kainat üzerinde tasarruf eder,
kudretini gösterir;
aynı şekilde yeryüzünde
halife olarak yarattığı insan da, bu yedi sıfatın tecellileri ile iş görür!..
İnsanın iman nuru ile,
birinci derecede yapması gereken,
kendi varlık aynasında tecelli eden bu sıfatların sahibini tanımaktır.
a –Hâlîkı ve Malikî olan Rabb-i Rahimi’ni tanımak.
Yani şu Kainatın Sahibini ve Yaratıcısını , varlığı terbiye eden,
vazifelendiren, rızklandıran, zamandan ve mekândan münezzeh olan
Zât-ı Akdes’i işte o esmaların tecellisiyle tanımak, bilmek.
(Vücud, kıdem, bekâ, vahdaniyet, muhalefet’ün li’lhavadîs,
Kıyam bi’ nefsih-i; Zât-ı Akdes’in, ayn yani zati sıfatlarıdır.
Bunlara selbi sıfatlarda denir.)
Meselâ; insan fani bir hayat sahib olmakla tam zıddı olan,
bakî bir Varlık sahibini idrak edebilir.
b–c- Doğum ve ölüm olayına mahkum olan insan,
doğanların ve doğurulanların, devamlı bir değişkenliği muhatap olanların,
bu koca kainata hiçbir isimde ilah olamayacağını,
Bilakis;
önceliği olmayan ezel/kıdem
ve ebed/bekâ sıfatlarına sahip bir sultan olması gerektiğini,
d- Yaratılmış mevcudat içinde, bir, bir olarak birliğin bütün özelliklerini taşıyan
bir parçası olduğunu, bu birliğin, birlik üzerinde görünen
birlik/vahdaniyet mühürleri ile
bir Bir’e, bir Vahid’e bağlı olduğunu, kendi varlığında çözer.
e-Yüce Yaratıcının cemâl, kemâl ve celâl sıfatlarının,
tecellilerinin rahmetine ve kudretine ait bir marifeti olan
şu Muhteşem Kainatın, insanın kendi elinden çıkan hiçbir becerisinin,
sanaat ve eserinin kendisine benzemediği gibi,
YARATICI’nın da eserine, sanaatına, marifetine benzemeyeceğini,
–Muhalefetü’n Li’l Havadis sıfatına, sıfatına sahip olmakla
hakim ve muktedir olabileceğini insan anlar!..
f-Mikro alemden makro aleme kadar her bir zerreden, varlığın vücuduna, varlığın terbiyesinden ,
ihtiyacından, isteklerinden, kalplerin sızılarına kadar, herşeyi bilmek,
yardımına koşmak, cevap vermek, ancak va ancak o varlığa varlıktan daha yakın olmakla
ve o varlığa onu koruyup hayatını devam ettirmek için;
Bütün varlığa her hal, her durum, her an hazır nazır bir kudretle hakim olmakla,
Uyku, yorğunluk , , acizlik, zayıflık v.s. gibi mahlukata ait bütün kusurlardan Müberra,
Daim va kaim bir şekil de hep kıyam da,
diri -hayyu’l Kayyum-Kıyam Bi’nefsih-i sıfatına sahip olmakla
ancak YARATICI’nın hakim ve muktedir olabileceğini insan anlar!..
İşte insan iman nuru ile,
kendi varlık aynasında tecelli eden
bu yedi sıfatın tecellileri olan cihazatların anahtarları ile
bu sıfatların sahibini tanımış olur.
Kısaca;
teslimiyetimiz fakrımız bir Rahmanı,
tevekkülümüz bir Hakim-i Kadir’i,
ibadetlerimiz bir Mabud-u Bakî’yi,
dualarımız bir Maruf-u Mucib’i,
emellerimiz bir Ezel ve Ebed Sultan’ını gösterir!..
“Allah ki,
O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur.
O, ebedî diridir.
Varlığı kendinden olup bütün kâinatı yönetendir.
O’nu ne bir uyuklama ne de bir uyku yakalayabilir.
Göklerde ve yerde ne varsa hepsi
O’nundur. İzni olmadan O’nun huzurunda kim kalkıp da şefaat edebilir?
O, kullarının geleceğini de bilir, geçmişini de.
Kullar ise, dilediği dışında O’nun ilminden hiçbir şeyi kavrayamazlar.
O’nun kürsüsü, gökleri ve yeri kuşatmıştır.
Dolayısıyla her ikisini de koruyup gözetmek O’na asla ağır gelmez.
En yüce ve en büyük yalnız O’dur.”(Bakara,255)
“O Evvel’dir, Âhir’dir, Zâhir’dir, Bâtın’dır. O her şeyi hakkiyle bilir.” (Hadid,3)
Bab-ı Şefkat NUR