“Ben vaizleri dinledim; nasihatleri bana tesir etmedi. Düşündüm. Kasâvet-i kalbimden başka üç sebep buldum:
Birincisi: Zaman-ı hâzırayı zaman-ı sâlifeye kıyas ederek yalnız tasvir-i müddeâyı parlak ve mübalâğalı gösteriyorlar. Tesir ettirmek için ispat-ı müddeâ ve müteharrî-i hakikati iknâ lâzım iken, ihmal ediyorlar.” ((Divan-ı Harb-i Örfî)
Bu zaman insanına tebliğ, akıldan kalbe yol bulmaktır. Eskisi gibi doğrudan kalbe girmek zordur. Ahirzaman insanı önce akılla irşad olmak, sonra kalbe almak ister.
Aklı ikna olmadan teslim olmak istemez. Bunun için mukni delil getirmek, fenden felsefeden gelen yaraları tedavi etmek gerekir. Hakikat ehli hakiki hüccetlerle konuşmalıdır. Eskiden bir kişiyi bir günahtan sakındırmak için, o şeyin emir veya nehiy (haram) olduğunu söylemek yeterliydi,
Oysa şimdi kişiye; haram kılınan o şeyin, mukni ve ilmi delillerle, o işin iyi yada kötü neticelerine ait hikmetlerini izah ederek ikna etmek gerekmektedir!..
Meselâ;
İmam-ı Rabbanî gibi kutsi zatların okyanus gibi geniş olan batınî ilimlerinde namaz bahsi şu veciz ifadelerle beyan edilirken;
“ Kabe hakikati ve Kur’an hakikati bu mukaddes, keyfiyetsiz, misilsiz, zamansız-mekansız mertebenin birer cüzüdür, namaz ise bütün ibadetleri içine alan pek geniş bir kemalat mertebesidir.” (Arapça Mektubat, 3/77)
Halbuki bu asırda,
Asrın imamı Bediüzzaman Hazretlerinin namaz konusu bir risalesin de şu mukni vecize ile başlar;
“NAMAZ ne kadar kıymettar ve mühim, hem ne kadar ucuz ve az bir masrafla kazanılır; hem namazsız adam ne kadar divane ve zararlı olduğunu iki kere iki dört eder derecesinde kat’î anlamak istersen,…”(4.söz)
diyerek bir misalle örneklendirilip, akla yaklaştırılarak kıyas ölçüleri verilip,
“Halbuki namazda ruhun ve kalbin ve aklın büyük bir rahatı vardır. Hem cisme de o kadar ağır bir iş değildir. Hem namaz kılanın diğer mübah dünyevî amelleri, güzel bir niyetle ibadet hükmünü alır. Bu surette bütün sermaye-i ömrünü âhirete mal edebilir; fani ömrünü bir cihette ibka eder”(4.söz)
sözüyle meseleye son nokta konulup,
dünyevi ve uhrevi neticelerinin hakikatine ışık ve nur tutularak ikna ve irşad yolu açılmış!..
“BEN VAİZLERİ DİNLEDİM; NASİHATLERİ BANA TESİR ETMEDİ…”
“İkincisi: Bir şeyi tergib veya terhib etmekle ondan daha mühim şeyi tenzil edeceklerinden, muvazene-i şeriatı muhafaza etmiyorlar.” (Divan-ı Harb-i Örfî)
Tebliğ sahibini dikkat etmesi gereken önemli bir husus, bir günah dan sakındırırken daha büyük bir günahı önemsiz veya sıradan göstermemelidir. Bunun için farza ve sünnete dair fıkh-i hükümleri iyi bilmeli, korkutma ve sevdirme hususunda Rıza-ı İlahi’ye muvafık olmalıdır.
“Dinden bir şeyi fasl veya olmayanı vasl etmek, ikisi de caiz değildir!..” (Muhakemat)
Dinde vasl ve fasl, yani ilave ve çıkarma yapmak dalalettir..
Dinde olmayan bir şeyi dine sokmaya çalışmak nasıl VASL denen bir sapkınlık ise,
dinde olan bir şeyi de çıkarmak da FASL denen aynı derecede bir sapkınlık, yani dalâlettir!…
Her iki durum da batıldır!..
“-Gıybeti katle müsâvi tutmak,
–veya ayakta bevletmek zinâ derecesinde göstermek,
-veya bir dirhemi tasadduk etmek hacca mukabil tutmak
gibi muvâzenesiz sözler,
katl ve zinâyı tahfif ve haccın kıymetini tenzil ediyorlar…”-(Muhakemat)
“Hâsıl-ı kelâm: Büyük vaizlerimiz hem âlim-i muhakkik olmalı, tâ ispat ve iknâ etsin.”
“Hem hakîm-i müdakkik olmalı, tâ muvazene-i şeriatı bozmasın.” (Divan-ı Harb-i Örfî)
Hem dikkatli ve eleştirmen bir nazara, hem de konuya vakıf ve hakim olsun ki, vaaz ettiği meselede mübalağa ve safsata gibi durumlara düşmesin.
“Hem beliğ-i muknî olmalı, tâ mukteza-yı hal ve ilcaat-ı zamana muvafık söz söylesin. Ve mizan-ı şeriatle tartsın. Ve böyle olmaları da şarttır.” (Divan-ı Harb-i Örfî)
Bu vasıfta olmayan cahil, ham, mübalağacı vaiz ve hocalar dine hizmet edeyim derken dine zarar veriyorlar.
Bazen bir günahtan insanları sakındırmak için, ondan daha büyük bir günahı hafife alarak yanlış bir kıyas yapıyor.
Muhatap da kendi aleminde; “Maden zina ile ayakta bevletmek aynı derece günahtır, o zaman zinada büyütülecek bir taraf yoktur.” der zinayı kendi aleminde adileştirip ona karşı kendi aleminde bir yol bulmaya çalışır.
Adam “Madem bir iki lira tasadduk hac kadar sevaplıdır, neden milyon harcayıp uzun ve meşakkatli hacca gideyim?” der, hacdan soğur, farz bir ibadeti terk ettirir.
Yine gıybetten insanları sakındırmak için der, “Gıybet eden cinayet işlemiş gibi günaha girer” o zaman da cinayet günahını hafife almış oluyor ki bu tam bir muvazenesizliktir.
Peygamber Efendimiz (asv)’in ayın ikiye bölünme mucizesini inkar nasıl FASL etmek ise; vaiz ve hocalar mübalağalı bir ilave ile “Ay ikiye bölündükten sonra dünyaya indi bir yarısı Peygamberimiz (asv)’in sağ cebine, diğer yarısı ise sol cebine girdi.” demeleri, VASL etmek olup, mucizeye şüphe iras etmekten başka bir hizmeti yoktur.
“Hasıl-ı kelâm, her muhibb-i dine ve âşık-ı hakikate lâzımdır:
“Herşeyin kıymetine kanaat etmek ve mücazefe ve tecavüz etmemektir.
Zira, mücazefe, kudrete iftiradır. Ve “Daire-i imkânda daha ahsen yoktur” olan sözü İmam-ı Gazalî’ye dediren, hilkatteki kemal ve hüsne adem-i kanaattir ve istihfaf demektir.”(muhakemat)
Sözün özü şudur ki; dine mahbub, hakikate aşık olan dindara lazım olan,
“Şeriatın herbir hükmünde Şâriin bir sikke-i itibarı vardır. O sikkeyi okumak lâzımdır. Sikkenin kıymetinden başka, o hüküm herşeyden müstağnîdir.”(muhakemat)
Şeriate dair her bir hükmün kıymetini düşürmeden yani, altına gümüş , kurşuna demir değeri vermeden, herşeyi kıymetinde ölçmelidir. Zira, hayal gemisi vicdanın terazisinde tartılmaz!..
“Daire-i imkânda daha ahsen yoktur” olan sözü İmam-ı Gazalî’ye dediren, kainat üzerinde açıkça görünen, Alemlerin Rabbi’nin yaratmasına ait Kemâl ve Cemâlin , mükemmel ve mukaddes fevkiyetinin anlaşılamamış ve görülememiş olmasıdır!..
Onuncu Asıl’da ise:
“Meselâ, “Gıybet, katl gibidir.”
Demek gıybette öyle bir fert bulunur ki, katl gibi bir zehr-i kàtilden daha muzırdır. Meselâ,
“Bir güzel söz, bir abdi âzâd etmek gibi bir sadaka-i azîmenin yerine geçer.”
Şimdi, tergib veya teşvik için,
o müphem ferd-i mükemmel,
mutlak bir surette her yerde bulunmasının imkânını
vaki bir surette göstermekle, hayra şevki ve şerden nefreti tahrik etmektir.”(24.söz)
Peygamber Efendimiz, (ﷺ) “Gıybet, katl gibidir” derken, bütün gıybetleri cinayet ile bir tutmamış,
Ancak insanları gıybetten sakındırmak için ihlâs ve uhuvvet açısından, manevi bir cinayeti netice veren bir gıybetin vehametine dikkat çekiyor!..
‘Katl gibi’ olan gıybetin de birtakım şartları ve hususiyetleri var.
Mesela; bazı gıybetler var ki toplumsal infiale neden olup, çok büyük tahribatlara sebebiyet verebilir!..
Bu tarz gıybetler cinayet kadar tehlikelidir.
Şartları olan bu gıybeti diğer basit gıybetle eşdeğer görmek yanlış olur. Bu incelik hayır için de aynıdır.
İşte Üstad Hazretleri bu inceliklere işaret ediyor.
Bu tarz ifadelerin mutlak amacı hayra rağbet vermek, şerden sakındırmak içindir!..
“Üçüncüsü: Belâgatın muktezası olan, hale mutabık, yani ilcaat-ı zamana muvafık, yani teşhis-i illete münasip söz söylemezler. Güya insanları eski zaman köşelerine çekiyorlar, sonra konuşuyorlar.” (Divan-ı Harb-i Örfî)
Eski zamanda ilim ve iknadan çok, hissiyat ve duygular ön planda idi. İman kalpler de kuvvetli idi.
Böyle olunca da onları etkilemek için hikaye ve kıssalar yeterli olabiliyordu. Lakin bu asırda ikna ve ilim öne çıkmıştır.
Dolayısı ile eski hikaye ve kıssalar bu asrın insanına tesir etmez
Meselâ: Diğer peygamberlerin şeriatı ile Muhammed (ﷺ)’ın şeriatını bir tutmamalıdır.
Herkesin çokça duyduğu; Musa (a.s)’ın denizin yüzünde yürüyen adama, namaz kılmayı bilmeyen birine, “git, bildiğin gibi namaz kıl” demesini, Ümmet-i Muhammed’e örnek göstermek Şeriata hürmetsizlik ve en büyük kul hakkına girmektir.
Zira, Üstadımızın beyan ettiği gibi; müdavemet , muhafaza ve tadil-i erkan’a uymak namazın makbuliyet şartlarındandır.
“Hâsıl-ı kelâm: Büyük vaizlerimiz hem âlim-i muhakkik olmalı, tâ ispat ve iknâ etsin. Hem hakîm-i müdakkik olmalı, tâ muvazene-i şeriatı bozmasın. Hem beliğ-i muknî olmalı, tâ mukteza-yı hal ve ilcaat-ı zamana muvafık söz söylesin. Ve mizan-ı şeriatle tartsın. Ve böyle olmaları da şarttır”. (Divan-ı Harb-i Örfî).
Bu zamanın hatipleri, vaizleri ve tebliğ rehberleri, her şeyden ÖNCE ŞERİATI çok iyi bilen FIKIH ERBABI ve bu zamanın fenni ilimlerini İYİ KAVRAMIŞ, içinde yaşadığı zamanın ve toplumun kültürünü, anlayış ve yaşayışını İYİ BİLEN MÜDAKKİK VE MUHAKKİK vasıflı kimseler olmalı ki; zamanın hastalıklarına İSABETLİ, İSTİFADELİ, KESKİN REÇETELER YAZABİLSİNLER!..
Bab-ı Şefkat Nur
Kaynak: Nurluhizmet