Ezeli hikmet sahibi Zat-ı Zü’l-Celâl’in,
şu kâinatı yaratmasında pek çok gaye ve maksadları vardır.
Bu gaye ve maksadların en ehemmiyetlisi iki noktadır:
Birincisi:
Yarattığı her ilâhi harika sanatı ile her biri birer hazine hükmünde olan
bin bir isim ve sıfatını tanıttırmak;
karşılığında ise, insandan iman istemektir…
İkincisi:
Şu kâinat çarşısında sergilediği nimetleriyle de
bin bir isim ve sıfatıyla kendisini sevdirmek;
mukabilinde, insandan şükür ve ibadet istemektir.
İşte bu iki ehemmiyetli noktanın tahakkuku için,
peygamberleri göndermek, O’nun Ezeli hikmetinin bir gereğidir!..
Zira insanoğlunun,
tek başına bu yaratılış hakikatlerini çözmesi
ve gereğince amel etmesi mümkün değildir!..
Allah’ın kelamına muhatap olmasıyle,
kainatın yaratılış gayesini, ve insanın yaratılış maksadını en iyi anlayan,
bu yüksek ve ulvî kulluk vazifesini peygamberler içinde
en mükemmel bir surette layıkıyle yerine getiren,
hiç şüphesiz
Efendimiz Hz. Muhammed (ﷺ)’ dır.
O halde Efendimizin Peygamberliği dediğimiz,
Risalet-i Muhammediye (ﷺ) olmasa idi,
şu kâinat da olmazdı, denilebilir ve denilir ve öyledir!..
Evet, muallimsiz bir kitab,
manasız sahifelerden ibaret olduğu gibi;
şu haşmetli azim kainat kitabı da şayet muallimsiz olsa,
elbette manasız sahifelerden ibaret olur.
Bütün akıl ve iman sahibi, alim ve mü’min kimselerin fikir ve görüş birliği ile
şu azametli Kainat Kitabı,
elbette yaratılış maksadını anlatan bir muallim,
ve yaratılış neticelerini haber veren, mükafat ve cezaya müstahak işleri bildiren
bir Nebi,
ve yaratılışın sebep ve gayelerini varlık üzerinde tarif eden, gösteren, örnekleyen, delillendiren ve yaşayan ve yaşatan
bir imam bir önder ve bir PEYGAMBER ister!..,
İşte,
sayılan sıfatlara sahip, meziyet ve fazilet sahibi âlî ve ulvî şahsiyet;
hiç şüphesiz peygamberler ve onların reisi, seyyidi olan
Hazret-i Muhammed (ﷺ)’dır.
Hattâ denilebilir ki;
Kainatın her bir faaliyetin de bir mana , bir hakikat, bir hikmet gizlidir..
Ama açıkça görülüyor bütün hasselerimizle anlaşılıyor ki;
Yaşamın her anı tarif edilmez bir tad ve güzelliktedir!..
Ve bu güzellik ve mükemmelliği,
azamet ve yüceliği anlamak idrak etmek,
sevmek ve sevilmek,
O isim ve sıfatların tecellisin de
sınırsız ve sonsuz bir hayatın
istek ve müjdesindeki imana sahip olmak saadetin ta kendisidir!..
Nitekim
Risale-i Nur’da bahsi geçen;
Muhyiddin-i Arabî,
Ben gizli bir hazine idim.
Bilinmek istedim, mahlukatı yarattım” (Acluni, Keşfü’l-Hafa, II/132)
Kuds-i hadîs-i şerifinin beyanında,
Cenab-ı Hakk’ın
“Mahlûkatı yarattım ki, Benim isimlerime bir ayna olsun
ve o aynada isim ve sıfatlarımın tecellilerini göreyim ”
demek istemiştir, diye beyan etmiştir…
Demek ki, insanoğlu için,
Allah’ı tanımaktan ve O’na muhabbet edip,
O’nun rızasını aramaktan,
O’nun yakınlığını talep ve
‘O ESMÂ-İ HÜSNA’SINA ŞAHİTLİK MÜŞERREFİYETİNE’
nail olmaktan daha önemli bir makam ve mesele yoktur!..
İşte herşeyi bize gösteren basar sıfatının tecellisi olan gözümüz,
Bu hakikatleri idrak etmemizi sağlayan
Hakim isminin bir tecellisi olan aklımız,
Kelâm sıfatının bir tecellisi olan dilimiz,
Rahim isminin bir tecellisi olan kalbimiz
Adl isminin bir tecellisi olan vicdanımız…v.s…
Gibi yaratılış vazifesine uygun yaşayan şuurlu şahadet azalarımız,
bizi yaratılışın yüksek gayesine çıkarıyor……
İşte bunun adı
makamları en yükseği olan,
UBUDİYYET yani KULLUK makamıdır!..
Bab-ı Şefkat NUR