ALLAH VARSA NEDEN GÖREMİYORUM

FELSEFİ YAKLAŞIMA GÖRE GERÇEKÇİ DURMUYOR?..

“Bir inkarcı, alimin birine şu üç soruyu sorar:
1- Allah varsa bana göster.
2- Her işi Allah yaratıyor da neden suçlu ceza görüyor?
3- Şeytan ateşten yaratıldığı halde ona cehennem ateşi nasıl etki yapabilir?

Alim bu soruları soğukkanlılıkla dinler.

Sonra da yerden bir kerpiç (katı toprak) parçası alıp inkarcının başına vurur.

Başı yarılan inkarcı soluğu mahkemede alır.

Hakim, alime sorar:
– Bunun başına kerpiç vurmuşsun öyle mi?
– Bana üç soru sormuştu, ben sorularına karşılık kerpici vurdum.
– Nasıl?
– Anlatayım.

-Allah varsa bana göster demişti.

Başının ağrıdığını iddia ediyorsa göstersin.

-İkinci olarak da her şeyi Allah yaratıyorsa suçlu neden ceza görsün dedi.

Madem ki Her işi Allah yaratıyor da, o halde niçin beni mahkemeye veriyor.

-Üçüncü olarak da ateşten yaratılan şeytana cehennem ateşi nasıl etki yapar

diye sordu. Cevabını aldı.

Topraktan yaratılan kendisine,

yine topraktan olan kerpiç nasıl etki yapıyor?

Bu cevaplardan sonra alim beraat eder…”

Yaşadığımız objektif hayat şarları gösteriyor ki,

Yaratıcı; bu fani, yani dünya aleminin şartlarını,

Kendisinin görülebilmesine göre değil,

bilinebilmesi esasına göre tanzim etmiştir…

Demek ki, hakikatte bu dünya âleminde O’nu görmeye tahammül olunamaz.

Bu hayat şartları bunu kaldırmaz,

Zira bu baş gözleri

sadece madde alemindeki cisimleri ve cismin, katı, sıvı ve buhar halini görür!..

Hak Teâlâ yaratılmış varlıklar gibi cisme ihtiyaç duyan

cismani bir şey olmadığından,

dünya ehlinin

gözleri, ne O’nu görebilir… ne kavrayabilir… ne de anlayabilir!..

Aynen;

iman nurunun kudreti ile velayet makamların da,

bütün alemleri dolaşabilen insan RUHUNUN ulviyetini

bilemediğimiz gibi,

veya kainatı çözebilen, anlayan ve kavrayabilen,

hatta dili ile ifade edebilen AKLIN hikmet ve muhakemesini

çözemediğimiz gibi,

veya kainati içine alacak kadar geniş manaları, sevgi ve bağlılıkları içine alan,

GÖNLÜMÜZÜN

genişliğini anlayıp kavrayamadığımız gibi…

Müfessirler Allah’ın görülmesiyle ilgili EHL-İ SÜNNET GÖRÜŞÜNÜ de şöyle özetler:

Allah’ın görülmesi

aklen yani varlığının delilleri ile görülmesi, câizdir;

çünkü O’nun, var olması itibariyle görülmesi mümkündür.

Bir varlığın görülebilir olmasının yegâne şartı var olmaktır.

Ancak dinî kaynaklar O’nun dünyada değil, âhirette görüleceğini bildirmiştir.

A’raf suresinde,

Musa aleyhisselam’ın Allah’ı görmek istemesi

ama sonra gelişen olaylar karşısında,

bu dünyada kendisi için imkânsız olan bir şeyi istediği için nedamet etmesi

ve kendi halkı veya o dönemdeki insanlar içinde

ilk mümin kişinin kendisi olduğunu belirterek

bir kez daha imanını Allah’a arzetmesi, hikmetli bir şekilde beyan edilmiştir!..

O halde bu ilâhî kelâmdan, ölüm ve fenâ âleminin sona erdiği

bekâ âleminde, yani ahirette Allah’ı görmenin mümkün olduğu bilenebilir..

Zira cennetin nurani hayatiyeti,

O’nu()

görmenin mükemmel fevkiyeti,

cennet ehline verilen kuvvet ve kudret ile kaldırılabilir…

Hatta, Hadislerde geçen rivayetlere göre,

ancak cennette yaşanabilecek bu muhteşem hadise karşısında bile

insanların, bu rüyet karşısında uzun zaman baygın kalacakları ifade edilir..

Allah’ın görünmesi herşeyden önce; bu imtihan sırrına ters düşer.

Bu dünyaya gönderilişimizin gayesi Allah’ı tanımak ve ibadet etmek olduğu halde,

insanlar imtihan sebebiyle, inanıp inanmamak arasında serbest bırakıldıklarına göre,

eğer göz ile görme olsaydı

o zaman herkes ister istemez inanmak zorunda kalacak

ve imtihan sırrı ortadan kalkacaktı…

Zira bu imtihanın önemli kaidesi;

“akla kapı açmak, ihtiyarı – tercihi – elden almamak düsturudur!..” (sözler)

Bediüzzaman hazretlerinin ifadesine göre

Ebu Cehil gibi kömür ruhlular ile Hz. Ebu Bekir gibi elmas ruhlular aynı seviyede kalacaktı…

Ebedi Saadet ten ve Cennetten de daha muhteşem ödül olan

RÛYET’İN,

yani yaratıcının kendini inananlarına göstermesi lütfunu,

hak eden de etmeyen de görüp bu saadete erecekti ki,

ADİL olan Râbb’il-âlemin bunu istemedi ve kendini gizledi…

Nitekim kuds-i hadiste

“ben bilinmez bir hazine iken, bilinmek istedim…”

(Keşfü’l Hafâ)

Derken bile görülmek değil, bilinmek istediğini beyan etmiş,

imtihan alemini de bu bilinme esaslarının kaidelerine göre,

delilleriyle düzenlemiş ve yaratmıştır!..

“ Oysa o gün bir kısım yüzler rablerine bakarak mutlulukla parıldayacak…”(kıyame,22,23)

Ebu Said el-Hudri Hazretlerinden nakledilen şu hadis-i şerifte:

Bir takım insanlar,

“-Ey Allah’ın Resulü! () Kıyamet günü Rabbimizi görecek miyiz?”

diye sorduklarında,

Resulullah () şöyle buyurmuştur:

“-Evet Siz öğle vaktinde, gökte bulutların olmadığı aydınlık bir anda,

Güneş’in görülmesinde sıkıntı çeker, birbirinizle tartışır mısınız?..”

Onlar

“-Hayır.” dediler.

Efendimiz () yine sordu:

“-Sizler ayın on dördünde, gökte bulutların bulunmadığı aydınlık bir anda Ay’ı görmekte sıkıntı çeker, birbirinizle tartışır mısınız?..”

Onlar yine:

“-Hayır.” dediler.

Efendimiz () şöyle buyurdu:

“-Sizler kıyamet günü de Allah’ı görmekte ancak bu haldeki Güneş ve Ay’ı görmekteki zahmet kadar bir zahmet çekeceksiniz!..”

(Buhari, Tefsir, 87; Müslim, İman, 81; Ebu Davud, Sünnet, 20;

İbni Mace, Mukaddime, 13; Ahmed İbni Hanbel, Müsned, No: 11127)

Felsefenin kara gözlüğüne gelince;

“Madde olduğuna göre maddi olmayan bir tanrının varlığından söz edilemez.”

Felsefi sözü,

Varlığın hakikatini, hikmetini, mana, sebep

ve neticelerini basiret ve ferasetle gösteren,

iman nurundan mahrum

felsefecilerin,

Allah’ın varlığını kavrayamayan aklın verdiği acziyetle,

iflas bayrağını çekmenin

aşikâr bir ifadesinden başka bir şey değildir!..

Bab-ı Şefkat NUR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir