“ALLAH,
ÎMÂN EDENLERİN DOSTUDUR,
ONLARI ZULÜMÂTTAN NÛRA ÇIKARIR.”
-Sırat’ellezine-
طَرِيقْ : -Yol.-
veya سَبِيلْ : -Geniş yol.-
kelimelerine صِرَاطْ : -Sınırları çizilmiş ve belirlenmiş yol-
kelimesinin tercihi,
mesleklerinin etrafı mahdut ve işlek bir cadde olduğuna
ve o caddeye girenlerin bir daha çıkmamalarına işarettir.
Mahut ve malûm olan şeylerde kullanılması usul ittihaz edilen
esmâ-i mevsûleden اَلَّذِينَ – ‘onlar’ tabiri,
onların zulümat-ı beşeriye içinde elmas gibi parladıklarına
işarettir ki, onları taharrî ve talep etmeye ve aramaya lüzum yoktur.
Onlar, herkesin gözü önünde
hazır olduklarını temin eden bir ulüvv-ü şâna maliktirler!..”
(İşârâtü’l-İ’caz- fatiha)
“Allah, îmân edenlerin dostudur,
onları zulümâttan (küfür karanlıklarından) nûra(îmâna) çıkarır.
İnkâr edenlere gelince, onların dostları ise tâğuttur
(Allah’ın yerine tuttukları şeylerdir), onları nûrdan zulümâta çıkarırlar.
İşte onlar ateş ehlidirler.
Onlar orada ebedî olarak kalıcıdırlar.”
(bakara,257)
“Enâniyetine i‘timâd eden -benliğine güvenen-,
zulmet-i gaflete düşen,
dalâlet karanlığına mübtelâ olan adam,
(…) ceb feneri hükmünde nâkıs -noksan-ve dalâlet-âlûd –dalâlete bulaşmış-
ma‘lûmât ile zamân-ı mâzîyi, bir mezâr-ı ekber –büyük bir mezar- sûretinde
ve adem-âlûd bir zulümât -yoklukla karışık bir karanlık- içinde görüyor.
İstikbâli, gāyet fırtınalı ve tesâdüfe bağlı bir vahşetgâh gösterir.
Hem her birisi, bir Hakîm-i Rahîm’in
birer me’mûr-ı musahharı -itâatkâr me’mûru- olan hâdisât
ve mevcûdâtı, muzır (zararlı) birer canavar hükmünde bildirir.
(İnkâr edenlerin dostları ise tâğuttur
–Allah’ın yerine tuttukları şeylerdir-, onları nûrdan zulümâta çıkarırlar)
hükmüne mazhar eder.
Eğer hidâyet-i İlâhiye yetişse, îman kalbine girse, nefsin fir‘avuniyeti kırılsa,
Kitâbullâh’ı (Kur’ân’ı) dinlese, (…)
o vakit birden kâinât bir gündüz rengini alır, nûr-ı İlâhî ile dolar.
Âlem [Allah, göklerin ve yerin nûrudur] âyetini okur.
O vakit
zamân-ı mâzî, bir mezâr-ı ekber değil,
belki her bir asrı bir nebînin veya evliyânın taht-ı riyâsetinde
vazîfe-i ubûdiyeti îfâ eden ervâh-ı sâfiye -tertemiz ruhlar-
cemâatlerinin vazîfe-i hayatlarını bitirmekle,
‘Allah’u Ekber’ diyerek makāmât-ı âliyeye uçmalarını
ve müstakbel tarafına geçmelerini kalb gözü ile görür.
Sol tarafına bakar ki,
dağlar-misâl bazı inkılâbât-ı berzahiye ve uhreviye
-kabir âlemi ve âhirette olacak büyük hâdiselerin- arkalarında
Cennetin bağlarındaki
saâdet saraylarında kurulmuş bir ziyâfet-i Rahmâniyeyi
Allah’ın o nûr-ı îmân ile uzaktan uzağa fark eder.
(…) Hattâ mevti (ölümü),
hayât-ı ebediyenin mukaddemesi
ve kabri, saâdet-i ebediyenin kapısı görüyor.”
(23. söz.)
Necm 42 ye göre de,
Allah kendisinin yolun sonunda olduğunu açıklıyor.
“Ve enne ilâ rabbikel muntehâ”.
-Ve muhakkak ki;
senin Rabbin olan Allah, yolun (Sıratı Mustakîm’in) sonudur.-
“Cem’ sîgasıyla اَلَّذِينَ’nin zikri,
onlara iktida ve tâbi olmak imkânının mevcudiyetine
ve onların mesleklerinde butlan– batıl- olmadığına işarettir.
Çünkü,
ferdî olmayan bir meslekte tevatür vardır; tevatürde butlan yoktur!..”
(İşârâtü’l-İ’caz)
Onlar tabiriyle bahsedilen nimet verilen nebi, sülahâ ve ulemâlar
Cadde-i kübra üzerinde, başka başka meşreplerde olsalar bile,
Farklı renklerdeki ışık saçan,
elmas ve veya değerli taşlar gibidirler…
Hemen görülür, bulunur ve ışıklarından istifade edilirler…
Meşrepleri farklı olsa bile, aynı esasat (Kur’an ve Sünnet),
Hususunda davaları bir olduğu için,
Meslek ve davalarının hak ve hakikat olduğuna,
Kendilerinin ve yollarının batıl olmadığına delil ve karinedir!..
Bab-ı Şefkat NUR