“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik.

Hepsi de onu yüklenmekten kaçındı ve ondan korktu.

İnsan ise onu yüklendi. Gerçekten insan çok zalim, çok cahildir.”

(Ahzâb,72)

“Âlemin miftahı insanın elindedir ve nefsine takılmıştır…

Cenâb-ı Hak, emanet cihetiyle,

insana “ene” namında öyle bir miftah vermiş ki,

âlemin bütün kapılarını açar… Ve öyle tılsımlı bir enaniyet vermiş ki, 

Hallâk-ı Kâinatın künûz-u mahfiyesini onunla keşfeder…

Sâni-i Hakîm, insanın eline, emanet olarak,

rububiyetinin, sıfât ve şuûnâtının hakikatlerini gösterecek,

tanıttıracak işârat ve nümuneleri câmi’ bir ene vermiştir

tâ ki, o ene bir vahid-i kıyasî olup,

 evsâf-ı Rububiyet ve şuûnât-ı Ulûhiyet bilinsin!..”

(30.söz)

Âlemin miftahı insanın elindedir ve nefsine takılmıştır…”

(30.söz) sözü bize Efendimiz ()’in

“Nefsini bilen Rabbini bilir.” (suyutî) hadis-i şerifini hatırlatıyor…

O halde hem kendisini hem de kainatı açmak için insanı  tanımaya çalışalım…

İmam Maverdî, “Edebu’d-din ve’d-dünya” adlı eserinde,

bu hususta şöyle bir hadisten  bahsetmektedir;,

“- İnsanlardan Rabbini en iyi tanıyan kimdir?” diye sorulduğunda,

Peygamberimiz ()

 “-Nefsini en iyi tanıyan kimsedir.” diye cevap vermiştir.

Üstadımız da bu konuya şu Ayet-i Kerime’nin hüccetiyle bariz bir açıklık getirmiştir;

“Kesin olarak iman edenler için yeryüzünde          

ve kendi nefislerinde nice deliller vardır. Hâlâ görmez misiniz?”

(Zâriyât, 20-21)

“İnsan öyle bir nüsha-i câmiadır ki,

Cenâb-ı Hak, bütün esmâsını, insanın nefsiyle insana ihsas ediyor.”

(33.söz)

Yani insan,

Şu kainat kitabının öyle bir nüshası veya tek bir sayfasıdır ki; 

bütün kitabı içeren maddi ve manevi bir mahiyette olup,

o kitabı bütün manalarıyle anlayıp, okuyabildiği gibi

ifade de edebilecek 

bir hissiyat, idrak ve beyana sahip bir fıtratta yaratılmıştır!..

Demek;

Öyle bir nüshadır ki kâinattaki bütün esma tecellileri

Onda, yani insanda da tecelli etmektedir.

Bu cihette âlemdeki bütün esma tecellilerine câmidir denilebilir…

“İnsan, üç cihetle esmâ-i İlâhiyeye bir âyinedir;

“Birinci vecih: Gecede zulümat nasıl nuru gösterir.

Öyle de,

insan, zaaf ve acziyle, fakr ve hâcâtıyla, naks ve kusuruyla

bir Kadîr-i Zülcelâlin 

kudretini, kuvvetini, gınâsını, rahmetini bildiriyor, ve hâkezâ,

pek çok evsâf-ı İlâhiyeye bu suretle âyinedarlık ediyor.

 (33.söz, 31.pencere)

Allah ki, O’ndan başka ilâh yoktur. Hayy’dır,  Kayyûm’dur.

O’nu ne bir uyuklama, ne de bir uyku tutar.

… Kürsî’si, (hükümranlığı)  gökleri ve yeri kaplamıştır;

her ikisinin muhâfazası O’na ağır gelmez. Ve O, Aliyydır, Azîm’dır.”

(bakara,255)

İnsanın

kâinatın bütün envaına muhtaç olması, yorulması gibi, uyuması, unutması,

bir anda ancak bir şey irade edebilmesi de birer kusurdur.

İnsan bunlarla Allah’ın kemâline (zıddıyle) ayna olur…

Allah gafletten, unutmadan münezzeh olduğu gibi,

iradesi küllîdir, hadsiz işleri birlikte irade edebilir ve yaratabilir!..

Mahlukat da fakirlikleri nisbetinde Allah’ın gınasına,

aczleri  nisbetinde kudretine,

kusurları nisbetinde de kemaline ayna oluyorlar.

İnsanın aczi de fakrı da mutlaktır, sonsuzdur. 

 İkinci vecih âyinedarlık ise: 

İnsana verilen nümuneler nev’inden cüz’î ilim, kudret, basar, sem’

mâlikiyet, hâkimiyet gibi 

cüz’iyatla, Kâinat Mâlikinin ilmine ve kudretine, 

basarına, sem’ine, 

hâkimiyet-i rububiyetine âyinedarlık eder, onları anlar, bildirir.

Meselâ,

“Ben nasıl bu evi yaptım ve yapmasını biliyorum ve görüyorum

ve onun mâlikiyim ve idare ediyorum.

Öyle de, şu koca kâinat sarayının bir ustası var.

O usta onu bilir, görür, yapar, idare eder,”

ve hâkezâ…
 “Ben gizli bir hazine idim; bilinmek istedim, mahlukatı yarattım.” 

(Acluni, Keşfü’l-Hafa, II/132)

Allah insana kendini bildirmek istediğinden,

onun maneviyatını da bu isteğe uygun yaratmıştır. .

İnsan kudret sıfatının tecellisine kuvvet ile mazhar olmasaydı,

Allah’ın kudret sıfatını anlayamazdı.

Cüz’i bir İrade vasfı verilmeseydi Külli irade sıfatı bilinemezdi.

Tekvin sıfatının tecellisine mazhar olmasaydı,

sanat, icad, marifet, yazı , dikiş v.s.  hususlarda hayvandan farkı olmazdı…

Görme, işitme, kelâm, ilim sıfatları da aynı şekilde düşünülecektir.

Üçüncü vecih âyinedarlık ise: 

İnsan, üstünde nakışları görünen esmâ-i İlâhiyeye âyinedarlık eder.

insanın mahiyet-i câmiasında nakışları zâhir olan yetmişten ziyade esmâ vardır.

Meselâ,

yaratılışından Sâni, Hâlık ismini ve hüsn-ü takviminden Rahmân ve Rahîm isimlerini

ve hüsn-ü terbiyesinden Kerîm, Lâtif isimlerini,

ve hâkezâ,

bütün âzâ ve âlâtıyla, cihazat ve cevarihiyle, letâif

ve mâneviyâtıyla,

havas ve hissiyatıyla ayrı ayrı esmânın ayrı ayrı nakışlarını gösteriyor.

Demek nasıl esmâda bir İsm-i Âzam var;

öyle de,

esmânın nukuşunda dahi bir nakş-ı âzam var ki, o da insandır.

Ey kendini insan bilen insan!

Kendini oku.

Yoksa hayvan ve câmid hükmünde insan olmak ihtimali var!..”

(33.söz, 31.pencere)

“Şüphe yok ki, Allah, insanı Rahman suretinde yarattı.”

(Buharî, İsti’zân, 1; Müslim, Birr, 115, Cennet, 28)

Demek ki,

insana ibretle bakıldığında Allah’ın bütün sıfatları ve isimleri onda okunabilir.

Bütün bu tecellilerin insana,

sadece ve sadece ilâhî bir rahmet olarak verildiğini düşündüğümüzde,

onda rahmaniyet hakikatini görebiliriz.

insan kalbinde,

merhamet, ihsan, ikram manaları olmasaydı,

Allah’ın rahmeti, ihsanı ve ikramı da bilinmez, 

Rahmân, Muhsin, Mükrim v.s  gibi isimlerinin tecellileri anlaşılamazdı.

Bütün kainatta;

“o esmânın nukuşunda dahi bir nakş-ı âzam var ki, o da insandır…”

(33.söz)

İnsanın mânevî siması da bize Rahman mânâsını ders veren bir suret

ve bir kelime gibi…

Kalbimiz, aklımız, hafızamız, hayalimiz

ve top yekûn his dünyamız, hep rahmetten haber verir ve Rahman’ı hatırlatırlar.

O yüzden,

İlimden, tefekkürden, merhametten, insanlık meziyetlerinden

mahrum olan insanlar da hükmen camid’dirler,  yani cansızdırlar!..

Hakikatte ise; hareket eden necis cesetlerden başka bir şey değildirler…

BAB-I ŞEFKAT NUR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir