“Aklım yürüyüş yaparken, bazen kalbimle arkadaş olur.
Kalb zevkiyle bulduğu şeyi akla veriyor. Akıl berveçh-i mutad
-adeti olduğu gibi-,
burhan şeklinde bir temsille ibraz ediyor.”
(Mesnevi-i Nuriye-Şûle)
“Meselâ Fâtır-ı Hakîmin kâinattan sonsuz bir uzaklığı olduğu gibi,
sonsuz bir kurbiyeti de vardır.
Evet, ilim ve kudretiyle bâtınların en bâtınında bulunduğu
gibi, fevklerin de en fevkinde bulunuyor.
Hiçbir şeyde dahil olmadığı gibi, hiçbir şeyden de hariç değildir.”
(Mesnevi-i Nuriye-Şûle)
Üstadımızın dediği gibi,
ferdiyet makamına mazhar olan Risale-i Nur’un şahs-ı manevisi,
iman konusunda en yüksek bir Gavs-ı Azam makamındadır!..
Burada bahsedilen konu İman hakikatlerinden,
Allah’a iman rüknü’nde Allah’ın Muhalefetün li’l-havadis
ve kıyam bi’nefsihi denilen Zatî/Selbî sıfatlarından bahsetmektedir;
Ezeli olmanın ayrılmaz özelliği olan “başkasına benzememe” sıfatı,
yaratıcı olmanın olmazsa olmaz şartıdır.
Madem “aciz, fakir, muhtaç, ölümlü, fani, sonradan var edilmiş” bir dünya var,
elbette, bu dünyanın/bu kâinatın sıfatlarından münezzeh bir yaratıcı vardır.
Demek ki, kâinat “zıddıyet” noktasında,
Allah’ın “MUHALEFETUN LİL-HAVADİS” sıfatına işaret etmektedir.
“Fâtır-ı Hakîmin kâinattan sonsuz bir uzaklığı olduğu gibi,
sonsuz bir kurbiyeti de vardır” sözü ile;
Zaman ve mekan içinde olan bir zat; ancak bir anda bir yerde bulunabilir.
Şayet Allah, kainatın içinde veya onun cinsinden olsa idi,
kainatı yaratıp idare edemezdi,
bu sebeple Allah, kainattan Zâtı noktasından nihayetsiz uzak ve münezzehtir.
Buradaki uzaklık mekan açısından değil, münezzehlik açısındandır.
Allah’ın kainatı yaratıp idare etmesi için, aynı zamanda kainatın içinde olması gerekir.
Şayet içinde olmaz ise; kainatı tedbir ve idare etmesi mümkün değildir.
Allah’ın kainat içinde olması ise;
Zat olarak değil, isim ve sıfatların tecellisi ile olacaktır!..
“Evet, ilim ve kudretiyle bâtınların en bâtınında bulunduğu
gibi, fevklerin de en fevkinde bulunuyor.” beyanı ise;
ilim ve kudretiyle varlığa varlıktan, yani varlığın kendisinden daha yakın,
azamet ve izzeti ile de herşeyin üstündedir!..
“Hiçbir şeyde dahil olmadığı gibi, hiçbir şeyden de hariç değildir.”
Derken de;
Meselâ,
bir ressamın mahareti eserinde, boyasında aranmadığı gibi,
marifetini,
sanatını anlatan eserde ondan hariç değildir…
Keza, insan da aklın tesiri, bedenin her faaliyetinde kendini gösterir,
bu yönüyle akıl bedenden hariç değildir.
Ancak, aklı bedenin organlarında aramak ve bulmak da mümkün değildir,
bu yönüyle de bedene dahil değildir.
Bir ismi Nur ve bütün esmâsı nuranî olan Cenab-ı Hak da zâtıyla
hiçbir şeye dahil olmadığı gibi,
her şey üzerinde görülen uluhiyet ve rububiyet tecelllileri ve
varlık üzerinde tasarrufta bulunması yönüyle de hiçbir şeyin dışında değildir.
Yakınlık konusunda şu hususun da belirtilmesi gerekiyor:
Allah maddeden ve mekândan münezzeh olduğu için,
O’na yakınlık “mesafe” olarak düşünülemez.
Kul marifetullahta ilerledikçe O’na yaklaşır, batıl inançlara
ve hakikatten uzak görüşlere saptıkça O’dan uzaklaşır.
Salih amel ve takva ile Rabbine yaklaşır, günah ve isyanlarla da
O’ndan, yâni O’nun rahmetinden uzaklaşır…
“Evet,
âsâr-ı rahmetine mazhar olan sath-ı arzda mâmulât-ı kudrete bak ki,
bir parça bu sırra vakıf olasın.
Meselâ, biri arzda, diğeri semâda veya biri şarkta,
diğeri garpta iki şeyi bir anda yaratan Sâniin,
o yaratılan şeylerin arasındaki uzaklık kadar uzaklığı lâzımdır.
Ve keza herşeyin kayyûmu olduğu cihetle de,
herşeyin nefsinden daha ziyade bir kurbiyeti de vardır.
(Mesnevi-i Nuriye-Şûle)
KIYAM BİNEFSİHİ sıfatı da bir nevi kayyumiyet sıfatını da ihtiva etmektedir.
Buna göre, sonradan var edilen hiç bir varlık
kendi başına bağımsız olarak varlığını sürdüremez, ayakta kalamaz.
Öyleyse, onun şu andaki varlığı, varlığı kendinden olan bir yaratıcının
varlığından kaynaklanıyor.
Bediüzzaman Hazretleri (r.a)nin ifade ettiği gibi,
eğer sırr-ı kayyumiyet bir an kaînattan yüzünü çevirse,
onları kendi hallerine bıraksa, her şey ademe kaçacak, yokluğa mahkum olacaktır.
Bununla beraber, Allah’ın sıfatlarının başkalarının sıfatlarına benzememesi de
şu “muhalefetun lil-havadis” sıfatının bir nevi tecellisini göstermektedir.
Mesela:
Allah’ın sonsuz ilim, kudret ve hikmetinin bir tecellisi olan
kâinat çapındaki
harika sanat tablolarının varlığı,
hiç bir varlığın onun bu “ilim-kudret-hikmet” sıfatlarına benzemediğini gösterir.
Halık-ı Kerim, “ilim-kudret-hikmet” sıfatlarıyle,
bir ol emri verince kainatın 12o elementinden
bir parça çamur ile,
İnsan gibi akıl ve şuur ve marifet sahibi bir varlığı yaratırken,
Aynı harfleri bir araya getiren insan, asli sıfatlara değil,
gölgelerine sahip vasıfları ile
ancak, o harflerle insan yazabilir, o çamurdan da o insanın suretini yapabilir…
Keza, Onun sonsuz ilim ve hikmetini gösteren Kur’an-ı Kerim’in varlığı,
hiçbir varlığın sözünün O’nun sözlerine benzemediğini ilan eder…
Keza bütün sıfatları buna teşmil edilsin…
“… Aynadaki zıl ve gölgeyle semâda bulunan
asıl arasındaki mesafe kadar da bu’diyeti vardır.”
(Mesnevi-i Nuriye-Şûle)
Bu meseleyi Üstadımız güneş örneği ile daha da akla yaklaştırıyor.
Güneş, ısı ve ışığı ile her şeyin yanında hazır ve nazır iken,
zatı noktasından her şeyden nihayetsiz uzaktır.
Aynı şekilde Allah, isim ve sıfatları açısından her şeyin yanında hazır ve nazır iken,
Zat-ı Akdesi itibari ile her şeyden münezzeh ve mukaddestir!..
Özet olarak;
Allah Zatı açısından kainat ve mahlukattan münezzeh ve mukaddestir;
isim ve sıfatların tecellileri ile,
her şeyin yanında ve içinde hazır ve nazırdır.
Demek ki;
diğerlerini saymasak bile,
örnek olarak sadece,
Hayy ve Kayyum sıfatlarının tecellisi olmadan varlık, hayatiyetini devam ettiremez!..
Bab-ı Şefkat NUR