SORU; İmam Rabbani Hz.nin 257. Mektupta geçen tasavvuf konusundaki
beyanlarını Risale-i Nur’un bakış açısıyle ifade edebilir misiniz?..
“(Kalb) madde değildir.
Maddesiz, ölçüsüz olan Âlem-i emirdendir.
Bu yolda kalbi geçtikten sonra, kalbin üstünde olan
(Rûh) mertebelerinde ilerlenir. Rûh mertebeleri bitince
(Sır) denilen mertebelerde ilerlenir. Sır denilen yerler, Rûh mertebelerinin üstüdür.
Bundan sonra
(Hafî) denilen makâmlarda, ondan sonra
(Ahfâ) mertebelerinde ilerlenir.” (imam rabbani,257.mektup)
“Allah’ın ilk yarattığı şey benim nurumdur.”
(bk. el-Mevahibul-Ledünniye, Aclunî, 1/265-266)
“Mukteza-yı hikmet,
şu şecere-i hilkatin de bir çekirdekten yapılmasıdır.
Hem öyle bir çekirdek ki; âlem-i cismanîden başka,
sair âlemlerin numûnesini ve esasatını câmi’ olsun.” (Sözler)
257.mektupta sayılan bu beş cevherin aslı
O’nun(ﷺ) nurun evveli olan
nur –u cevherinden, insana bahşedilmiştir!..
“Vicdanın anâsır-ı erbaası ve ruhun dört havassı olan ‘irade, zihin, his, lâtife-i Rabbaniye’ her birinin bir gayetü’l gayâtı var: İradenin –gayesi- ibadetullahtır. (Makamı rızae’n-l’illâhtır) Zihnin, -gayesi -mârifetullahtır. Makamı (‘Arif’i-billah’ denilen ferasetli bir akıldır) Hissin, -gayesi -muhabbetullahtır. Makamı (‘Hub’bu-lillah’ bir kalptir.) Lâtifenin, -gayesi- müşahadetullahtır. (Makamı Fuad’dır, yani gönül gözü-iman nazarı – mana-i harfi- denilen basirettir.) (şuâât)
“Ve herhalde, zîhayat içinde o fert zîşuurdan olacaktır.
Bilki maddî ve mânevî hayat-ı Muhammediye (ﷺ), âsârının şehadetiyle,
hayat-ı kâinatın hayatıdır. Ve risalet-i Muhammediye(ﷺ), şuur-u kâinatın şuurudur
ve nurudur.
Ve vahy-i Kur’ân dahi, hayattar hakaikinin şehadetiyle,
hayat-ı kâinatın ruhudur ve şuur-u kâinatın aklıdır.”
(Mesnevi-i Nuriye)
Necip Fazıl, O’nu ifade için “O’(ﷺ) ki, o yüzden varız.” derdi.
Bu yaklaşım, hadis kriterleri açısından tenkid edilse de, mânâsı doğru olan
“Sen olmasaydın, âlemleri yaratmazdım” hadis-i kudsî’sinden mülhemdir.
Evet Allah, kâinatı O’(ﷺ)nun için yaratmıştır.
Kâinat, Allah’ı anlatan bir kitapsa -ki, öyledir-
bu kitabın tercümanı Hz. Muhammed (ﷺ)’dir.
O olmasaydı, kâinat kitabı okunamayan, anlaşılamayan bir sır olarak kalacaktı.
Dolayısıyla onun içinde yaşayacak ama, onunla Allah’ı tanıyamayacak
ve O’na ulaşamayacaktık.
Oysa ki, Allah, Kur’ân-ı Kerim’de beyan ettiği üzere, varlığı,
kendisine ibadet etsinler,
İbn Abbas’ın tefsirine göre de, kendisini tanısınlar diye yaratmıştır.
Bu itibarla denebilir ki, Hz. Muhammed (ﷺ)olmasaydı, varlık bilinmeyecek
ve dolayısıyla Allah da tanınmayacaktı.
Öyle ise O’na varlığın ille-i gaiyesi, yani, yaratılış sebebi denebilir.
İşte, bu âlem yaratılmazdan önce her şey yokluk karanlığında idi.
Cenâb-ı Hak lütuf ve ihsanıyla bu karanlığa son verdi
ve bütün varlıklara çekirdek olacak ilk mahlûkunu yarattı.
Bu varlık Nur-u Muhammedî (ﷺ)’ idi.
“Allah’ın ilk yarattığı şey benim nurumdur.”
(bk. el-Mevahibul-Ledünniye, Aclunî, 1/265-266)
hâdis-i şerifi üzerinde biraz durmak gerekiyor.
Çünkü, bu konuda bir takım yanlış yorumlar yahut yersiz itirazlar eksik olmuyor.
Bilindiği gibi canlıların bütün karakterleri genetik şifrelerinde yazılı.
Bu yazı, kader kalemiyle işlenmiş bir ilâhî program.
Bir tohumdaki şifrede ne ağacın şeklini, ne gövdesinin sertliğini,
ne yaprağının yeşilliğini, ne de meyvesinin tadını bulabilirsiniz.
DNA’da bütün bu özellikler baz sıralaması şeklinde yazılı,
ama o program ne serttir, ne yumuşak; ne yeşildir, ne kırmızı.
Bunların hepsi o şifrede bir plan, bir program olarak mevcut,
ama ağacın bütün özelliklerini o şifrede aynen bulmaya çalışmak da boş bir çaba.
Bu noktayı dikkate almadan, bütün mahlûkatın
Nur-u Muhammedî (ﷺ)’den yaratılışını düşünen adam,
yıldızlarla, ormanlarla, denizlerle bu nur arasında
bir benzerlik kurmaya kalkışır ve aldanır.
Bizim yaptığımız planlar da bir yönüyle öyle değil mi?
Bir evin bütün bölmeleri plandadır, ama plandaki mutfakta yemek pişiremezsiniz.
“Nasıl esmada bir ism-i azam var, o esmanın nukuşunda dahi bir nakş-ı azam var ki, o da insandır.”(sözler)
İsm-i azam, bütün isimleri içine aldığı gibi,
nakş-ı azam olan insan da bütün varlık âleminde tecelli eden isimlere mazhar.
“Bir şey mutlak zikredilince kemâline masruftur.” kaidesince,
insan denilince de insanlık âleminin en ileri ferdi
ve risalet semasının güneşi olan HZ. MUHAMMED (ﷺ) akla gelir.
Bütün ilâhî isimler ilk defa nur-u muhammedî (ﷺ)de tecelli etmişler.
Meselâ, onda muhyi isminin tecellisi var ve o nur hayat sahibi.
Sonraki safhalarda yaratılacak olan bütün hayatlar,
ilk defa onda tecelli eden bu ismin ayrı tezahürleridir.
O nurlu hayat, bütün hayatların başlangıç noktası ve çekirdeğidir.
Ama, bütün hayat çeşitleriyle Resulullah Efendimizin (ﷺ)
o pak ve münezzeh ruhu arasında bir ilişki kurmaya kalkışmanın da yanlışlığı ortadadır.
Bir başka misâl:
muhafaza etmek, hıfzetmek bir ilâhî fiil.
Nur-u Muhammedî (ﷺ) de Hafiz ismi de tecelli etmiş
ve daha sonra yaratılacak
“levh-i mahfuza”, “çekirdeklere”, “yumurtalara”, “nutfelere”
ve nihayet “hafızalara” bir çekirdek gibi olmuş.
“hakikat-ı Ahmediyye”,
Bahsi geçen 257. Mektuptaki bahis üzere;
“Âlem-i kebîrde bulunan beş aslın da aslı, temeli, kökü gibidirler.
Bu temellerde ilerlemek de, bunlardan hâsıl olan beş asılda
ve bunların görüntüsü gibi olan beş cevherde ilerlemek sırası ile olur.
Allahü teâlâ, lutf ederek, ihsân ederek, bu beş zıllın
her mertebesi temâmen geçilip, sonuna varılırsa,
Allahü teâlânın isimlerinde ve sıfatlarında ilerlemek nasîb olur.
İsimler, sıfatlar tecellî etmeğe başlar.
Allahü teâlânın şü’ûnâtı ve i’tibârâtı zuhûr eder.”
(imam rabbani,257.mektup)
Yani, Allah’ü Teâlâ’nın Azamet’inden, izzet ve itibar ihsan edilir.
Zira; “Hiç şüphe yok ki, mü’minin şerefi (itibarı) teheccüd namazındadır…”
(Cem’u’l-Fevâid, I. 335).” Hadis-i Şerif’i
bu makamın ilk basamak noktasını haber vermektedir!..)
“Burada, Âlem-i emrin de hepsi geçilmiş, hepsinin hakkı verilmiş olur.
Eğer Allahü teâlâ ihsân ederek, bu makâmdan da ilerlemek nasîb olursa,
nefs itmînâna kavuşur ve ilerliyerek kavuşulan makâmların sonu olan
(Rızâ) makâmı hâsıl olur.
Bundan sonra (Şerh-i sadr) hâsıl olur ve (İslâm-ı hakîkî) ile şereflenir.”
(imam rabbani,257.mektup)
Yani Hakikati Muhammediye’ ye mirkat/ayna olur…
“Hakikat-ı Muhammediye (ﷺ) hem hayatın hayatı,
hem kâinatın hayatı, hem İsm-i A’zam’ın tecelli-i a’zamı’nın mazharı
ve bütün zîruhların nuru ve kâinatın çekirdek-i aslîsi
ve gaye-i hilkati ve meyve-i ekmeli olmasından,
o hitap doğrudan doğruya O’(ﷺ)na bakar.
Sonra hayata ve şuura ve ubudiyete O’(ﷺ)nun hesabına nazar eder.” (sözler)
“Bu kemâlâtın,
üstünlüklerinin yanında,
Âlem-i emrde olan beş latîfenin üstünlükleri, çok aşağı kalmakdadır.
Okyânus yanında bir damla su gibi bile değildir.
Bütün bu kemâller, üstünlükler,
(İsm-i zâhir) kemâlleridir. (İsm-i bâtın) kemâlleri başkadır.
Bunlar, yazılamaz, anlatılamaz.
Bu iki ismin bütün kemâlleri, üstünlükleri hâsıl olursa,
sâlik, iki kanada kavuşmuş olur!..”
(imam rabbani,257.mektup)
Efendimiz’in temsil ettiği bir Hakikat-ı Ahmediye var,
bir de Hakikat-ı Muhammediye var.
Dünyayı teşriflerinden önce O, Hakikat-ı Ahmediyesi ile vardır
ve Kâ’be hakikatı ile tev’emdir.;
(yani bütün kulluk şuuru Kâ’be’nin hakikatine kadar O’nun(ﷺ)la mücessemdir.)
Kur’an’da da geçtiği üzere, Hz. İsa (as) O’nu, Ahmed ismiyle müjdelemiştir.
O, dünyayı teşrifleri ve risaletleriyle birlikte
Hakikat-ı Muhammediye’(ﷺ)yi temsil etmiştir.
Vefatından sonra da, yine Hakikat-ı Ahmediye’nin tecellisi söz konusudur.
Meselenin bir diğer yönü de şudur:
Hz. Peygamber’in (ﷺ) risâlet ve nübüvveti temelde,
diğer bütün peygamberlerden önce idi.
Nitekim O, bir hadislerinde:
“Allah’ın ilk yarattığı şey, benim nûrumdur.” buyurmaktadır.
Diğer bir hadislerinde de;
“Hz. Adem henüz çamur ve balçık arasında debelenirken,
Ben peygamber idim” ferman etmektedir.
Demek ki, O’nun peygamber olarak planlanması, herkesten önceydi.
Bu mesele, tasavvufçularca “hakikat-ı Ahmediyye” ünvanıyla ele alınmış
ve uzun uzun üzerinde durulmuştur.
Onların bu mevzudaki mülahazalarında,
hakikat-ı Ahmediyye, aynı zamanda kainatın da hakikatı olarak işlenmiştir ki,
bununla da, Hz. Peygamber’in (ﷺ) büyüklüğü
ve en büyük risâlete yani, nübüvvet’e mazhariyeti anlatılmak istenmiştir.
İşte,
eğer Beyazid-i bestami tarikat-tasavvuf yolu ile ile geldiği velayet makama,
Risale-nur hakikatleri ile vasıl olsaydı, “ENE’l-HAK…” demek yerine;
Hakikat-i Muhammediye’ye MİRAT/AYNA olduğunu bilir,
MUHAMMEDİ vasfına haiz biri olmanın feyziyle,
“Mâ arefnâke hakka mağrifetike yâ Marûf”
“Seni hakkıyla bilemedik ey bilinmeye en layık olan MARUF olan Allah’ım!” derdi!..
Bab-ı Şefkat NUR