“Fâsıklar öyle kimselerdir ki, Allah’a itaatten çıkıp,

mîsak-ı ezelîde yaptıkları ahidlerini bozarlar

ve Allah’ın akrabalar ve mü’minler arasında emrettiği bağlantıyı keserler;

yeryüzünde fesat ve bozgunculuk çıkarırlar.”

(Bakara,27)

“O fasıklar, Allah’ın akrabalar ve mü’minler arasında emrettiği bağları keserler.” (Bakara,27)

“Bu cümledeki emir, iki kısımdır.

Birisi,

teşriîdir ki, sıla-i rahim ile tâbir edilen akraba

ve mü’minler arasında şer’an emredilen muvasala hattıdır.

(İşârâtü’l-İ’câz)

Yani;

Allah’ın kelam sıfatından gelen ve vahiy ve peygamberler vasıtası ile

insanlığa gönderilen dinlerdir.

Dinler insanların ibadet ve toplumsal hayatlarını tanzim eden

ve insanlara haktarehberlik eden semavi emir ve yasaklardır.

Bu şeriata uyan, hem dünya hayatında hem de ahiret hayatında mesut ve bahtiyar olur.

“Diğeri,

emr-i tekvînîdir ki,

fıtrî kanunlarla âdetullahın tazammun ettiği emirlerdir.”

(İşârâtü’l-İ’câz)

Yani;

Allah’ın irade ve kudret sıfatından gelen tekvini şeriattır.

Yani kainata konulmuş bütün kanun ve adetullahlardır.

Çekirdeğin bir sistem ile çatlayıp büyümesi,

yıldızların hassas bir şekilde yörünge içinde hareket etmeleri,

bütün canlıların hayat şartlarının ve rızıklarının mükemmelen

tanzim ve tedbir edilmesi,

hepsi irade sıfatından gelen şeriatın meseleleri ve hükümleridir.

İşte, nasıl kelam sıfatından gelen dinin hükümlerine uymak,

insanların ve cinlerin görev ve vazifesi ise,

şu irade sıfatından gelen fıtri ve tekvini şeriata da uymak

yine bütün insanların ve cinlerin görev ve vazifesidir.

Dine uymayanların ekserisi ahiret hayatında ceza çekerler;

ama fıtri şeriata, yani kainatın bilimsel yasalarına uymayanlar

peşinen cezasını bu dünyada fakir ve zelil olarak çekerler.

Bu, mümin olsun kafir olsun fark etmez.

Kainattaki adet ve kurallara uymayanların peşinen zelil

ve hakir olmaları Allah’ın değişmez bir kanunudur…

“Meselâ,

ilmin i’tâsı -insana ihsan edilmesi-, mânen ameli emrediyor;

zekânın i’tâsı-insana ihsan edilmesi-, ilmi emrediyor;

istidadın bulunması, zekâyı;

aklın verilmesi, marifetullahı;

kudretin verilmesi, çalışmayı;

cesaretin verilmesi, cihadı mânen ve tekvînen emrediyor.”

(İşârâtü’l-İ’câz)

Allah da insana birçok kabiliyet, duygu, zaman, ömür, hayat vesaire gibi nimetler vermiş.

Bu nimetlerin verilme amacı ise Allah’ı tanımak, sevmek ve O’na kullukta bulunmaktır.

Mesela, ilmin verilmesi amel etmek için, akıl tefekkür etmek için,

kalp Allah’ı sevmek için insana verilmiş.

Biz bu duyguları farklı yerlerde kullanırsak,

mesela

ilmi mal toplamakta

ve şöhrette,

aklı şerde,

kalbi de mecazi sevgilerde kullanırsak,

veya akraba, yakın v.s gibi akrabalık ve yakınlık bağlarını koparıp,

gönülleri dağlamışsak,

böylece kalbin, muhabbet hususunda verilme amacına ihanet etmiş oluruz ki,

bunun cezası cehennem azabıdır!..

“ Hayır! Andolsun ki o, hutameye atılacaktır.

Nedir o hutame bilir misin?

Allah’ın tutuşturulmuş ateş…

Uzatılmış direklere bağlı olarak içine hapsedildikleri, yükselip yürekleri saran ateş!..

(Hümeze-4,5,6,7,9)

“Burada dünyadayken gönül incitip yürek yakan suçluların, günah­kârların

zindandaki mahpuslar, esirler gibi– uzun direklere, sütunlara bağlandıkları,

ateşten kaçıp kurtulmanın mümkün olmadığı bir cehennem tasviri yapılmaktadır.

Öyle ki, her şeyi yakıp kavuran ateş,

ta yüreklere kadar bütün vücudu sarıp kuşatıyor!

Çünkü o günahkâr da dünyada zayıf, çaresiz mâsumların yüreklerini yakmıştı.

Her kötülük önce kalptedir, oradan başlar

ve sonrasında inkâr, hakaret, küfür, alay, aşağılama, çekiştirme, saldırı

vb. eylemler olarak dışa taşar. Onun için âyette azabın da kalpleri saracağı belirtilmiştir.”

Çok zeki insanlar var ki zeka kabiliyetini verimli kullanamıyor

ve boşuna zayi ediyor.

Potansiyel zekilik kabiliyet olurken,

bu zekanın işletilmesi ve çalışması ise bilfiil zeka oluyor…

“İşte o fâsıklar,

bu gibi şeylerin arasında şer’an ve tekvînen tesis edilen muvasala hattını kesiyorlar.

Meselâ,

akılları mârifetullaha,

zekâları ilme küs olduğu gibi,

akrabalara ve mü’minlere dahi dargın olup, gidip gelmiyorlar.”

(İşârâtü’l-İ’câz)

“Yeryüzünde fesat ve bozgunculuk çıkarırlar.”

(Bakara,27)

“Evet, fıskla bozulan bir adam, bataklığa düşüp çıkamayan bir şahıs gibi,

çokların da o bataklığa düşmelerini istiyor ki,

maruz kaldığı o dehşetli hâlet, bir parça hafif olsun.

Çünkü

musibet umumî olursa hafif olur…

Ve keza,

bir şahsın kalbinde bir ihtilâl,

bir fenalık hissi uyanırsa,

yüksek hissiyatı,

kemâlâtı sukut etmeye başlar;

kalbinde tahribata, fenalığa bir meyil, bir zevk peyda olur.

Yavaş yavaş o meyil kalbinde büyür; sonra o şahıs,

bütün lezzetini, zevkini tahribatta, fenalıkta bulur.”

(İşârâtü’l-İ’câz)

Kalp, boşluğu kabul etmez.

Kalbe ya hayır ya şer,

ya fenalık ya iyilik,

ya güzel hissiyat ya çirkin duygular hükmeder…

Allah, imtihan gereği

şerrin, çirkinliğin ve fenalığın içine de bir lezzet koymuştur…

İnsan bu menhus ve cüzi lezzete aldanıp şerre müptela olursa,

duyguları artık şer hesabına çalışmaya başlar

Kalbi iman mekânı olmak yerine fesat yuvası haline gelir…

“İşte o vakit, o şahıs, tam mânâsıyla arzda yırtıcı bir hayvan,

ihtilâli çıkarıp büyüten bir belâ, fesadı durmayıp karıştıran bir âfet kesilir!..”

(İşârâtü’l-İ’câz)

“Münafıkların erkekleri de kadınları da birbirlerine benzerler.

Kötülüğü emreder, iyilikten sakındırırlar

ve Allah yolunda harcamaktan ellerini sıkı tutarlar.

Allah’ı unuttular da,

Allah da onları unuttu…

Gerçekten de münafıklar hep fâsık kimselerdir.”

(Tevbe,67)

“…Kim, Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse,

işte onlar fâsıkların ta kendileridir.”

(Maide,47)

“Allah Resûlü, “İnsanların en kötüsü,

kötülüğünden dolayı insanların kendisinden sakındığı kimsedir.”

(MU1639 Muvatta’, Hüsnü’l-hulk, 1.)

“Sizden fazilet ve servet sahibi kimseler, yakınlığı bulunanlara, yoksullara,

Allah yolunda hicret edenlere birşey vermemeye yemin etmesinler,

affetsinler, geçsinler.

Allah`ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz?”

(en-Nur, 24/22).

Diğer bir âyette de cahillere uyulmaması, af yolunun tutulması emredilir!..

(el-A`raf, 7/199).

“Sizin affetmeniz takvaya daha yakındır!..”

(el-Bakara, 2/237).

Hz. Peygamber () de bağışlamayı üstün ahlâkın üç niteliği arasında sayar:

“Ey Ukbe, dikkat et, sana dünya ve âhiret ehlının

en üstün ahlâkından haber vereyim.

Gelmeyene gitmen, vermeyene vermen

ve sana kötülük edeni bağışlamandır!..” (Ibn Ebi`d-Dünya).

Bab-ı Şefkat NUR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir