Kul Rabbine karşı ne kadar ihtiyacını anlamışsa, ne kadar aczini, fakrını bilmişse ona göre verilecek. Ayna hiçliğini bilse, yüzünü Güneşe çevirse… Koca Güneş ısısıyla, ışığıyla, yedi rengiyle, hatta bir nevi görüntüsüyle onda görünecek. Aynanın büyüklüğü arttıkça, akseden Güneşinde tesiratı büyüyecek. Ama ayna kendine güvense, “kara da olsa, benim de bir görüntüm var. Ben bana yeterim” dese, sırtını Güneşe dönse… O muhteşem manalardan mahrum kalacak.

Elimizdeki “KALEMİN” vaziyeti nedir?.. Aciz, zaif, cahil midir?.. Evet. Onun için o bize teslim olur. Biz de istediğimizi, en güzel tarzda yazarız. 2-3 yaşlarında bir çocuğun eline kalemi versek, biz de onun elini tutup, yazmaya çalışsak. Gerçi çocuk da aciz, zaif, cahildir, amma kalem kadar değil. Onun için yazılarımızı istediğimiz gibi düzgün yazamıyacağız. Çocuk büyüdükçe, gücü kuvveti arttıkça, bilgisi çoğaldıkça bizim istediğimiz yazıları ona yazdıramıyacağız. Ta o çocuk enaniyeti bıraksa, bizim isteklerimize tam muti ve itaatkar olsa, tam teslim olsa….

Peygamberlerin mucizeleri veya evliyanın kerametleri acz ve fakrın ve naks ve ihtiyacın derecesine göre gelir.

Üstadımız, Peygamberimizin (a.s.v.) mesleğini anlatırken şöyle der:

En a’lâ ve en yüksek tarîk olan tarîk-ı ubudiyet ve mahbubiyetin dört esasından en büyük esası şükürdür ki; o dört esas şöyle tabir edilmiş:

“Der tarîk-ı acz-mendî lâzım âmed çâr çîz:
Acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şevk-i mutlak, şükr-ü mutlak ey aziz…

Her şey nefsinde mana-yı ismiyle fânidir, mefkuddur, hâdistir, madumdur. Fakat mana-yı harfiyle ve Sâni’-i Zülcelal’in esmasına âyinedarlık cihetiyle ve vazifedarlık itibariyle şahiddir, meşhuddur, vâciddir, mevcuddur. Şu makamda tezkiyesi ve tathiri şudur ki: Vücudunda adem, ademinde vücudu vardır. Yani kendini bilse, vücud verse; kâinat kadar bir zulümat-ı adem içindedir. Yani vücud-u şahsîsine güvenip Mûcid-i Hakikî’den gaflet etse; yıldız böceği gibi bir şahsî ziya-yı vücudu, nihayetsiz zulümat-ı adem ve firaklar içinde bulunur, boğulur.

Fakat enaniyeti bırakıp, bizzât nefsi hiç olduğunu ve Mûcid-i Hakikî’nin bir âyine-i tecellisi bulunduğunu gördüğü vakit, bütün mevcudatı ve nihayetsiz bir vücudu kazanır. Zira bütün mevcudat, esmasının cilvelerine mazhar olan Zât-ı Vâcib-ül Vücud’u bulan, herşeyi bulur.

Ubudiyet vaktinde dergâh-ı İlahiyeye müteveccih olduğum vakit, Cenab-ı Hakk’ın ihsanıyla bir şahsiyet veriliyor ki, o şahsiyet bazı âsârı gösteriyor. O âsâr, mana-yı ubudiyetin esası olan: “Kusurunu bilmek, fakr ve aczini anlamak, tezellül ile dergâh-ı İlahiyeye iltica etmek” noktalarından geliyor ki; o şahsiyetle, kendimi herkesten ziyade bedbaht, âciz, fakir ve kusurlu görüyorum. Bütün dünya beni medh ü sena etse, beni inandıramaz ki ben iyiyim ve sahib-i kemalim.

Evet, nasıl ki görsen: Bir tek adam geldi. Bütün şehir ahalisini cebren bir yere sevketti ve cebren işlerde çalıştırdı. Yakînen bilirsin; o adam kendi namıyla, kendi kuvvetiyle hareket etmiyor. Belki o bir askerdir. Devlet namına hareket eder. Bir padişah kuvvetine istinad eder.

Öyle de her şey, Cenab-ı Hakk’ın namına hareket eder ki; zerrecikler gibi tohumlar, çekirdekler başlarında koca ağaçları taşıyor, dağ gibi yükleri kaldırıyorlar. Demek her bir ağaç, “Bismillah” der. Hazine-i Rahmet meyvelerinden ellerini dolduruyor, bizlere tablacılık ediyor. Her bir bostan, “Bismillah” der. Matbaha-i Kudret’ten bir kazan olur ki; çeşit çeşit pek çok muhtelif leziz taamlar, içinde beraber pişiriliyor.

Her bir inek, deve, koyun, keçi gibi mübarek hayvanlar “Bismillah” der. Rahmet feyzinden bir süt çeşmesi olur. Bizlere, Rezzak namına en latif, en nazif, âb-ı hayat gibi bir gıdayı takdim ediyorlar. Her bir nebat ve ağaç ve otların ipek gibi yumuşak kök ve damarları, “Bismillah” der. Sert olan taş ve toprağı deler geçer. Allah namına, Rahman namına der, her şey ona müsahhar olur.

Evet havada dalların intişarı ve meyve vermesi gibi, o sert taş ve topraktaki köklerin kemal-i sühuletle intişar etmesi ve yer altında yemiş vermesi; hem şiddet-i hararete karşı aylarca nazik, yeşil yaprakların yaş kalması; tabiiyunun ağzına şiddetle tokat vuruyor. Kör olası gözüne parmağını sokuyor ve diyor ki: En güvendiğin salabet ve hararet dahi, emir tahtında hareket ediyorlar

İşte insan hadsiz meyilleri, istidatları, kabiliyetleriyle acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, naks-ı mutlak ve ihtiyac-ı mutlakını anlasa, bilse, yaşasa ahsen-i takvim makamına çıkar. Bütün Esma-i Hüsnaya azami bir ayna olur. Ruhu aynanın şeffaf kısmı, nefsi de arkadaki katranlı, siyah tarafı olur. Bir MAZHAR VE MÜZHİR olur..!

Ahmet KATIN

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir