“SEN OLMASAYDIN BEN ÂLEMLERİ YARATMAZDIM.”
(Acluni)
“Ey Allah’ın Resulü! Anam-babam sana feda olsun,
Allah’ın her şeyden önce ilk yarattığı şeyi bana söyler misiniz?” diye sordum.
Şöyle buyurdu,
“Ey Cabir! Her şeyden önce Allah’ın ilk yarattığı şey senin peygamberinin nurudur.
O nur, Allah’ın kudretiyle onun dilediği yerlerde dolaşıp duruyordu.
O vakit daha hiçbir şey yoktu.
Ne Levh, ne kalem, ne cennet, ne ateş/cehennem vardı.
Ne melek, ne gök, ne yer, ne güneş, ne ay, ne cin ve ne de insan vardı.”
“Allah mahlukları yaratmak istediği vakit, bu nuru dört parçaya ayırdı.
Birinci parçasından kalemi,
ikinci parçasından Levh’i (Levh-i mahfuz),
üçüncü parçasından Arş’ı yarattı.
Dördüncü parçayı ayrıca dört parçaya böldü:
Birinci parçadan Hamele-i Arşı (Arşın taşıyıcılarını),
ikinci parçadan Kürsi’yi,
üçüncü parçadan diğer melekleri yarattı.
Dördüncü kısmı tekrar dört parçaya böldü:
Birinci parçadan gökleri, ikinci parçadan yerleri, üçüncü parçadan cennet ve cehennemi yarattı.
Sonra dördüncü parçayı yine dörde böldü:
Birinci parçadan müminlerin basiret nurunu/iman şuurunu, ikinci parçadan -marifetullahtan ibaret olan- kalplerinin nurunu,
üçüncü parçadan tevhitten ibaret olan ünsiyet nurunu
(La ilahe illallah Muhammedu’rresulüllah nurunu) yarattı.”
(bk. İmâm Ahmed, Müsned IV-127; Hâkim, Müstedrek II-600/4175;
İbni Hibban, El İhsân XIV-312/6404;
Kastalanî, Mevahibü’l-Ledünniye: 1/6; Krş. Aclunî, I/262-6)
Çünkü, İbn Abbas’ın dediği gibi, bu ayette yer alan “ibadet” kavramından maksat “marifettir”, Allah’ı tanımaktır. Ameli kulluk daha sonra gelir.
Allah’ın en büyük tarifçisi/tanıtıcısı -üç büyük Muariffin birisi olan- bu iki kitabın-kelâm (Kur’an-ı Azimüşşan) ve kudret kitabı (Kebir-i Kainat) – yegâne muallimi olan
Hz. Muhammed (ﷺ) ’in
“şahsiyet-i Muhammediye”,” hakikat-ı Ahmediyye” ve Nur-ı Muhammedî
denilen bu unvanların da bu kudsi hadisin hakikati dikkatlere sunulmuştur.
“ŞAHSİYET-İ MUHAMMEDİYE”
Evet, baharımızda yeryüzünü bir mahşer eden, yüz bin haşir nümunelerini icad eden Kadîr-i Mutlaka, Cennetin icadı nasıl ağır olabilir?
Demek, nasıl ki onun risaleti şu dar-ı imtihanın açılmasına sebebiyet verdi,
“Sen olmasaydın ben âlemleri yaratmazdım.” sırrına mazhar oldu.
Onun gibi, ubudiyeti dahi, öteki dar-ı saadetin açılmasına sebebiyet verdi.
Acaba hiç mümkün müdür ki, bütün akılları hayrette bırakan şu intizam-ı âlem
ve geniş rahmet içinde kusursuz hüsn-ü san’at, misilsiz cemâl-i Rububiyet,
o duaya icabet etmemekle böyle bir çirkinliği, böyle bir merhametsizliği,
böyle bir intizamsızlığı kabul etsin?
Yani, en cüz’î, en ehemmiyetsiz arzuları, sesleri ehemmiyetle işitip ifa etsin,
yerine getirsin; en ehemmiyetli, lüzumlu arzuları ehemmiyetsiz görüp işitmesin,
anlamasın, yapmasın?
Hâşâ ve kellâ, yüz bin defa hâşâ!
Böyle bir cemal, böyle bir çirkinliği kabul edip çirkin olamaz.
Demek, Resul-i Ekrem(ﷺ), risaletiyle dünyanın kapısını açtığı gibi,
ubudiyetiyle de âhiretin kapısını açar.
(10.söz-5.Hakikat)
“HAKİKAT-I AHMEDİYYE”,
Hakikat-ı Muhammediye (ﷺ) hem hayatın hayatı, hem kâinatın hayatı,
hem İsm-i A’zam’ın tecelli-i a’zamının mazharı
ve bütün zîruhların nuru ve kâinatın çekirdek-i aslîsi
ve gaye-i hilkati ve meyve-i ekmeli olmasından, o hitap doğrudan doğruya O’na bakar.
Sonra hayata ve şuura ve ubudiyete O’nun hesabına nazar eder.
Efendimiz’in temsil ettiği bir
Hakikat-ı Ahmediye var, bir de Hakikat-ı Muhammediye var.
Dünyayı teşriflerinden önce O(ﷺ), Hakikat-ı Ahmediyesi ile vardır
ve Kâ’be hakikatı ile tev’emdir.;
(yani bütün kulluk şuuru Kâ’be’nin hakikatine kadar
O’nunla mücessemdir.) Kur’an’da da geçtiği üzere,
Hz. İsa (as) O(ﷺ)’nu, Ahmed ismiyle müjdelemiştir.
O, dünyayı teşrifleri ve risaletleriyle birlikte Hakikat-ı Muhammediye’yi temsil etmiştir.
Vefatından sonra da, yine Hakikat-ı Ahmediye’nin tecellisi söz konusudur.
Meselenin bir diğer yönü de şudur: Hz. Peygamber’in(ﷺ) risâlet
ve nübüvveti temelde, diğer bütün peygamberlerden önce idi.
Nitekim O(ﷺ), bir hadislerinde: “Allah’ın ilk yarattığı şey, benim nûrumdur.” buyurmaktadır. Diğer bir hadislerinde de;
“Hz. Adem henüz çamur ve balçık arasında debelenirken, Ben peygamber idim”
ferman etmektedir.
Demek ki, O’nun peygamber olarak planlanması, herkesten önceydi.
Bu mesele, tasavvufçularca “hakikat-ı Ahmediyye” ünvanıyla ele alınmış
ve uzun uzun üzerinde durulmuştur. Onların bu mevzudaki mülahazalarında, hakikat-ı Ahmediyye, aynı zamanda kainatın da hakikatı olarak işlenmiştir ki,
bununla da, Hz. Peygamber’in(ﷺ) büyüklüğü ve en büyük risâlete mazhariyeti anlatılmak istenmiştir.
“NUR-I MUHAMMEDΔ
Tasavvufi anlayışta, “Rasül-i Ekrem’in ruhu ve nuru bütün insanlardan,
peygamberlerden, hatta meleklerden önce var olduğundan,
Peygamber insanlığın manevi babasıdır.
Hz. Âdem insanların maddeten babası (ebul beşer)
Hz. Peygamber ruhların babası” olduğu söylenir.
Risale-i Nur’da da Hz. Peygamber(ﷺ),
yaratılmışların çekirdeği ve en mükemmel meyvesi olarak ifade edilir.
Bu hakikat aşağıdaki alıntıda şöyle izah edilir:
“Ve herhalde, zîhayat içinde o fert zîşuurdan olacaktır.
Belki maddî ve mânevî hayat-ı Muhammediye (ﷺ), âsârının şehadetiyle,
hayat-ı kâinatın hayatıdır. Ve risalet-i Muhammediye(ﷺ),
şuur-u kâinatın şuurudur ve nurudur.
Ve vahy-i Kur’ân dahi, hayattar hakaikinin şehadetiyle,
hayat-ı kâinatın ruhudur ve şuur-u kâinatın aklıdır.”
“Evet, evet, evet! Eğer kâinattan risalet-i Muhammediyenin (ﷺ) nuru çıksa, gitse, kâinat vefat edecek. Eğer Kur’ân gitse, kâinat divane olacak ve küre-i arz kafasını, aklını kaybedecek, belki şuursuz kalmış olan başını bir seyyareye çarpacak, bir kıyameti koparacak.”
“Bu kâinat sahibinin tezahür-ü rubûbiyetine ve sermedî (ebedî) ulûhiyetine
ve nihayetsiz ihsanatına küllî bir ubudiyet ve tanıttırmakla mukabele eden
Muhammed (ﷺ), bu kâinatta güneş lüzumu gibi elzemdir ki, bütün zîşuurların müştak oldukları bir dâr-ı saadet
ve âhireti netice vermesi gibi hakikatları, hakikat-ı Muhammediye(ﷺ)
ve Risalet-i Ahmediye (ﷺ) ile tahakkuk ettiğinden,
nasıl bu kâinat O’nun risaletine gayet kuvvetli ve kat’î şehadet eder.”
(Mesnevi-i Nuriye)
Necip Fazıl, O’nu ifade için “O ki, o yüzden varız.” derdi.
Bu yaklaşım, hadis kriterleri açısından tenkid edilse de, mânâsı doğru olan
“Sen olmasaydın, âlemleri yaratmazdım” hadis-i kudsîsinden mülhemdir.
Evet Allah, kâinatı O’(ﷺ)nun için yaratmıştır.
Kâinat, Allah’ı anlatan bir kitapsa -ki, öyledir- bu kitabın tercümanı Hz. Muhammed (ﷺ) ’dir. O(ﷺ)’ olmasaydı, kâinat kitabı okunamayan, anlaşılamayan bir sır olarak kalacaktı.
Dolayısıyla onun içinde yaşayacak ama, onunla Allah’ı tanıyamayacak ve
O(ﷺ)’na ulaşamayacaktık.
Oysa ki, Allah, Kur’ân-ı Kerim’de beyan ettiği üzere, varlığı, kendisine ibadet etsinler,
İbn Abbas’ın tefsirine göre de, kendisini tanısınlar diye yaratmıştır.
Bu itibarla denebilir ki, Hz. Muhammed(ﷺ) olmasaydı,
varlık bilinmeyecek ve dolayısıyla Allah da tanınmayacaktı.
Öyle ise O’na varlığın ille-i gaiyesi, yani, yaratılış sebebi denebilir.
İşte, bu âlem yaratılmazdan önce her şey yokluk karanlığında idi.
Cenâb-ı Hak lütuf ve ihsanıyla bu karanlığa son verdi
ve bütün varlıklara çekirdek olacak ilk mahlûkunu yarattı.
Bu varlık Nur-u Muhammedî(ﷺ) idi.
“Allah’ın ilk yarattığı şey benim nurumdur.”
(bk. el-Mevahibul-Ledünniye, Aclunî, 1/265-266)
hâdis-i şerifi üzerinde biraz durmak gerekiyor.
Çünkü, bu konuda bir takım yanlış yorumlar yahut yersiz itirazlar eksik olmuyor.
Bilindiği gibi canlıların bütün karakterleri genetik şifrelerinde yazılı…
Bu yazı, kader kalemiyle işlenmiş bir ilâhî program.
Bir tohumdaki şifrede ne ağacın şeklini, ne gövdesinin sertliğini,
ne yaprağının yeşilliğini,
ne de meyvesinin tadını bulabilirsiniz.
DNA’da bütün bu özellikler baz sıralaması şeklinde yazılı, ama o program ne serttir, ne yumuşak; ne yeşildir, ne kırmızı.
Bunların hepsi o şifrede bir plan, bir program olarak mevcut,
ama ağacın bütün özelliklerini o şifrede aynen bulmaya çalışmak da boş bir çaba.
Bu noktayı dikkate almadan, bütün mahlûkatın Nur-u Muhammedî (ﷺ)’den yaratılışını düşünen adam, yıldızlarla, ormanlarla, denizlerle bu nur arasında bir benzerlik kurmaya kalkışır ve aldanır.
Bizim yaptığımız planlar da bir yönüyle öyle değil mi? Bir evin bütün bölmeleri plandadır, ama plandaki mutfakta yemek pişiremezsiniz.
“Nasıl esmada bir ism-i azam var, o esmanın nukuşunda dahi bir nakş-ı azam var ki, o da insandır.” (Sözler)
İsm-i azam, bütün isimleri içine aldığı gibi, nakş-ı azam olan insan da bütün varlık âleminde tecelli eden isimlere mazhar.
“Bir şey mutlak zikredilince kemâline masruftur.” kaidesince, insan denilince de insanlık âleminin en ileri ferdi ve risalet semasının güneşi olan Hz. Muhammed (ﷺ) akla gelir.
Bütün ilâhî isimler ilk defa nur-u muhammedî de tecelli etmişler.
Meselâ, onda muhyi isminin tecellisi var ve o nur hayat sahibi. Sonraki safhalarda yaratılacak olan bütün hayatlar, ilk defa onda tecelli eden bu ismin ayrı tezahürleridir.
O nurlu hayat, bütün hayatların başlangıç noktası ve çekirdeğidir.
Ama, bütün hayat çeşitleriyle Resulullah Efendimizin(ﷺ) o pak ve münezzeh ruhu arasında bir ilişki kurmaya kalkışmanın da yanlışlığı ortadadır.
Bir başka misâl: muhafaza etmek, hıfzetmek bir ilâhî fiil.
Nur-u Muhammedî (asm) de Hafiz ismi de tecelli etmiş ve daha sonra yaratılacak
“levh-i mahfuza”, “çekirdeklere”, “yumurtalara”, “nutfelere”
ve nihayet “hafızalara” bir çekirdek gibi olmuş.
“Mukteza-yı hikmet, şu şecere-i hilkatin de bir çekirdekten yapılmasıdır.
Hem öyle bir çekirdek ki;
âlem-i cismanîden başka, sair âlemlerin numûnesini ve esasatını câmi’ olsun!..” (Sözler)
Bab-ı Şefkat NUR