“Emrolunduğun gibi dos doğru ol.”
“Resul-i Ekrem (ﷺ) -sünnet-i seniyyesinde-
hilkaten en mutedil bir vaziyette
ve en mükemmel bir surette halk edildiğinden,
harekât ve sekenâtı itidal ve istikamet üzerine gitmiştir…”
(mesnevi-i nuriye)
Demek;
“Siyer-i Seniyyesi kat’î bir surette gösterir ki,
her hareketinde istikamet ve itidal,
–yani adalet, hikmet ve metanet- üzere gitmiş,
ifrat ve tefritten içtinap, –yani sakınmayı tercih- etmiştir!..
Evet, Resul-i Ekrem (ﷺ)
“Emrolunduğun gibi dos doğru ol.”
(Hûd, 112)
emrini tamamıyla imtisal ettiği için, bütün
ef’al ve akval ve ahvâlinde
-işlerinde, sözlerinde, hal ve hareketinde,-
istikamet, -yani sırat-ı müstakim– kat’î bir surette görünüyor…
(Mesnevi-i Nuriye)
‘Sırat-ı müstakim’, (fatiha)
şecaat, iffet, hikmetin mezcinden
ve hülâsasından hasıl olan adlve adalete işarettir.
Şöyle ki:
Tagayyür, inkılâp ve felâketlere mâruz ve muhtaç şu insan bedeninde
iskân edilen ruhun yaşayabilmesi için üç kuvvet ihdas edilmiştir.
Bu kuvvetlerin,
Birincisi, menfaatleri celp ve cezb için kuvve-i şeheviye-i behimiye, (şehvet kuvveti)
İkincisi, zararlı şeyleri def için kuvve-i sebuiye-i gadabiye, (öfke kuvveti)
Üçüncüsü, nef’ ve zararı,
iyi ve kötüyü birbirinden temyiz için kuvve-i akliye-i melekiyedir. (akıl kuvveti)
Bunlardan;
“Kuvve-i şeheviye ve gadabiye ise,
şeytanın desiselerine hem kabile, hem nâkile iki cihaz hükmündedir!..”
(Yani; şehvet ve öfke duygusu hem insanı tesir altına alıyor,
hem de şeytanı dinleyip,
onun yönlendirmesi ve etkisi altında hareket ediyor…)
Lâkin, insandaki bu kuvvetlere,
şeriatça bir had ve bir nihayet -sınır- tayin edilmişse de,
fıtraten tayin edilmemiş olduğundan,
bu kuvvetlerin her birisi, tefrit, vasat, ifrat namıyla üç mertebeye ayrılırlar.
Birincisi;
kuvve-i şeheviyenin,
“yemek, içmek, uyumak ve konuşmak gibi
füruatında da bu üç mertebe mevcuttur.
Meselâ;
tefrit mertebesi humud’dur
yani öyle bir aptallık, ahmaklık ve duyarsızlık ki,
korkulmayan şeylerden bile korkar.”
ne helâle ve ne de harama şehveti, iştihası – isteği- yoktur…
İfrat mertebesi fücurdur ki,
namusları ve ırzları pâyimal etmek iştihasında olur.
Hiçbir kanun ve düstura uymak istemez…Kural tanımaz…
Üçüncü söz’ün bedbaht neferine benzer,
“askerliği –kulluğu, Emr-i İlâhiyi- bırakır,
nizama tâbi olmak istemez, sola –yani batıl bir yola- gider.
Cismi bir batman ağırlıktan – belki ibadetten kaçar- kurtulur;
fakat kalbi binler batman minnetler altında
ve ruhu hadsiz korkular altında ezilir.
Hem herkese dilenci,
hem herşeyden, her hadiseden titrer bir surette gider.
Ta mahall-i maksuda yetişir;” (3.söz)
-Yani ahirette, teraziye hesaba gelince de-
orada âsi ve kaçak cezasını görür, -ebedi azabı hak eder!..-
alışverişte yalanı meslek edinen,
kulluk vazifesi takmayan, ibadete yan çizen,
Sokaklar da Çicekler gibi süslenen,
sofrada hayvanlar gibi yiyen,
cırcır böceği gibi devamlı konuşup, hiç tefekkür etmeyen,
kış uykusuna yatan ayılar gibi sürekli uyuyan,
gafleti, bidayı bir türlü bırakmayan
ve bunu maslahat, meziyet ve marifet gören insanlar bunlardandır!..
Vasat mertebesi iseiffettir ki,
helâline şehveti var, harama yoktur.
Meselâ,
Bu kuvve-i gadabiyenin
füruatında da şu üç mertebenin yeri vardır.
tefrit mertebesi, cebanettir ki
korkulmayan şeylerden bile korkar.
İfrat mertebesi tehevvürdür ki,..
ne maddî ve ne mânevî hiçbir şeyden korkmaz.
Bütün istibdadlar, tahakkümler, zulümler bu mertebenin mahsulüdür.
Vasat mertebesi ise şecaattir ki,
hukuk-u diniye ve dünyeviyesi için canını feda eder,
meşru -hakkı olmayan- olmayan şeylere karışmaz.
Meselâ,
Ve keza, kuvve-i akliyenin
tefrit mertebesi gabâvettir ki,
hiçbir şeyden haberi olmaz.
İfrat mertebesi cerbezedir ki,
hakkı bâtıl, bâtılı hak suretinde gösterecek kadar
aldatıcı bir zekâya malik olur.
Vasat mertebesi ise hikmettir ki,
hakkı hak bilir, imtisal eder; bâtılı bâtıl bilir, içtinap eder…
Yani Risale-i Nur’da denildiği gibi;
“Allah’ın emirlerini yapmaktan
ve nehiylerinden sakınmaktan ibaret olan ibadetle,
vicdanî ve aklî olan imanî hükümler
terbiye ve takviye edilmezse, eserleri ve tesirleri zayıf kalır!..”
(İşârâtü’l-İ’câz)
Bu kuvvetin şu üç mertebeye inkısamı gibi,
füruatı da o üç mertebeyi hâvidir.
Meselâ, halk-ı ef’al meselesinde Cebr mezhebi ifrattır ki,
bütün bütün insanı mahrum eder. Her şeyi kadere verir…
İtizal mezhebi de tefrittir ki, tesiri insana verir.
Ehl-i Sünnet mezhebi vasattır.
Çünkü bu mezhep, beyne-beynedir ki,
(Kur’an’ın ve sünnetin tam ve doğruyu yansıtan bir aynası)
Yani;
o fiillerin bidayetini
işlerin başlanğıcını insanın tercihine yani; irade-i cüz’iyeye,
nihayetini,
neticesini Allah’ın nasip ve kısmetine yani; irade-i külliyeye veriyor…
Ve keza, itikadda da
mutezile mezhebi denilen, tatil ifrattır,” (İşârâtü’l-İ’câz) derken;
Mutezile mezhebinin esaslarından Örnekleyecek olursak;
“Allah Zatında ve sıfatlarında birdir.
Allah’ın sıfatları yoktur, yalnız Zatı vardır.
Allah Zatının aynıdır. Allah’ın bilmesi, görmesi, işitmesi, kudreti Zatı iledir.”
Dedikleri gibi,
Kur’an da bahsedilen; Allah’ın eli, yüzü, istiva etmesi gibi ifadeleri
mecazi anlamlarıyla anlamışlardır.
Aksini iddia etmek Allah’ı yarattıklarına benzetmek olur, denmiş…
Mutezile, bu türden ifadeleri
akla ve mantığa uygun şekilde te’vil eden bir kelâm ekolüdür…
Müşebbihe mezhebi olarak bilinen teşbih, tefrittir,
Müşebbihe
Allah’ın Zat ya da sıfatlarını yaratıkların zat ve sıfatlarına benzetip
bunların aynı niteliklere sahip olduğunu söyleyen batıl bir fırka…
Örnekleyecek olursak;
Allah’ın cisim olup boyutlarının bulunduğunu,
boyunun kendi karışıyla yedi karış
olduğunu (haşa) iddia etmekle dalalete düşmüşlerdir…
(Şehristânî, a.g.e., II, 21).
Sünnet itikadı olan tevhid ise vasattır…
İstikamettir… Sırat-ı müstakim’dir…
Allah’ü Azimüşşan, kendisine benzer hiç bir şeyin olamayacağını
Kur’ân’da ifade etmektedir:
“O’na benzer hiç bir şey yoktur. O, işitendir, görendir”
(eş-Şûrâ, 42/11).
Yaratıklarından hiç bir şey O’na benzemez.
O’da yaratıklarına benzemez.
Allah’ın Zatı yaratıklarına benzemediği gibi, sıfatları da yaratıklarına benzemez.
Allah, hayat, ilim, kudret, semi’, basar vs.
gibi subûtî sıfatlarla muttasıftır.
İnsanlarda da hayat, ilim, kudret, semi’ ve basar gibi sıfatlar vardır.
Mahiyet açısından
bir benzerlik asla söz konusu değildir.
Allah’ın hayatı vardır
ama bizim hayatımıza benzemez;
kudreti vardır
ama bizim kudretimize benzemez;
ilmi vardır
ama bizim ilmimize benzemez.
O’nun sıfatlarında kemal vardır;
bizim sıfatlarımızda yoktur.
O’nun sıfatları Ezelî ve Ebedîdir;
ama bizim sıfatlarımız fanidir.
O’nun sıfatları sınırsızdır, sonsuzdur…
ama bizim sıfatlarımız sınırlıdır.
Zira Hayyu’l Kayyum olan Baki-i ZülCelâl O’dur!…
Zevale, ölüme, acze ve fakra münhasır olan fani kullar ise, biziz!..
İşte bu hakikate binaen;
Sünnet itikadı olan tevhid ise vasattır…
İstikamettir… Sırat-ı müstakim’dir!..
“Hülâsa:
Şu dokuz mertebenin altısı,
( ifrat ve tefrit mertebeleri denilen,
Humud ve fücur, cebanet ve tehevvür, gabavet ve cerbeze) zulümdür!..
Üçü ise, adl ve adalettir.
Sırat-ı müstakimden murad edilen, şu üç mertebe;
iffet, şecaat ve hikmet’ tir!..”
(İşârâtü’l-İ’câz)
“Bu hakikatin tafsilâtına dair binler cilt kitap telif edilmiştir.
‘Arif olana bir işaret yeter.’ sırrınca,
bu denizden bu katre ile iktifâ edip, kıssayı kısa keseriz.”
Allahım;
“Hiç şüphesiz sen pek büyük bir ahlâk üzerindesin!..”.
(Kalem,4.)
sırrına mazhar olarak en üstün meziyetleri kendisinde toplayan ve
“Ümmetimin fesadı zamanında
benim sünnetime yapışana yüz şehid ecri vardır!..”
(Taberânî, el-Mecmeu’l-Kebîr, 1394) buyuran Zât’a salât et!..
“Dediler:
Bizi buna eriştiren Allah’a hamd olsun;
yoksa Allah hidayet etmeseydi,
biz Kendi gücümüz veya aklımızla, buna erişemezdik.
Gerçekten Rabbimizin peygamberleri bize hakkı getirdiler.” (A’râf, 43)
(11.lem’a)
Bab-ı Şefkat NUR