“BİR AZM, EĞER İMAN DOLU BİR KALBE GİRERSE,”

“Bir azm, eğer îman dolu bir kalbe girerse,
İnsan da o îmandaki son sırra ererse,
En azgın ölümler ona zincir vuramazlar,
Volkan gibi coşkun akıyor, durduramazlar…”

(tarihçe-i hayat)

Azmin efendisi ve rehberi ile sözlerimize başlayalım inşaallah!..

Allah Rasûlü’nü

() yeryüzünde en iyi tanıyan;

ahlâkının yüceliğine, davranışlarının güzelliğine en yakından şahit olan kimse amcasıydı.

O elbette yeğeninin yalancı olmadığını, peygamber olarak görevlendirildiğini biliyor

ancak atalarının dinine,

geleneklerine körü körüne bağlılığı, belki de gururu, iman etmesini engelliyordu…

Yine de Efendimizi () destekliyor,

 “Sen emrolunduğun şeye devam et,

yaşadığım sürece sana destek olmaktan seni korumaktan asla vazgeçmeyeceğim

diyerek ona yardımcı oluyordu.

Kureyş heyeti Efendimizin () İslam’ı tebliğe bütün gücüyle devam ettiğini görünce

yeniden Ebu Talib’e gittiler.

“Ey Ebu Talib! Sen bizim aramızda yaşlı, şerefli, itibar sahibi bir kimsesin.

Biz senden yeğeninin yaptıklarına mani olmanı,

O’nu bizimle uğraşmaktan men etmeni istedik.

Fakat sen hiçbir şey yapmadın.

Vallahi, biz artık O’nun yaptıklarına; atalarımıza dil uzatmasına,

akıllılarımızı akılsız, beyinsiz saymasına, ilahlarımızı ayıplamasına tahammül edemiyoruz.

Sen ya O’nu bu yaptıklarından vazgeçirirsin,

ya da iki taraftan biri yok oluncaya kadar seninle de O’nun la  da savaşırız.”

Ebu Talib

kendisini tehdit edip giden dostlarının sözlerinden çok rahatsız oldu.

Kavminin onunla ilişkilerini koparıp düşman kesilmesi ona çok ağır geldi.

Peygamber Efendimize() haber gönderip yanına çağırttı.

Hüzün dolu bir ifadeyle konuşmaya başladı:

“Ey kardeşimin oğlu! Kavmim bana geldi, neler neler söyledi.

Senin söylediklerini, yaptıklarını birer birer şikayet etti.

Artık hem bana, hem de kendine acı.

Şu ihtiyar halimde taşıyamayacağım bir işi bana yükleme!”

Sekiz yaşından beri yanından ayrılmadığı

ve çok sevdiği amcasının sözleri yüreğine bir ateş gibi düştü.

ama O Allah’ın son Rasûlü(), İslam’ın yüce peygamberiydi.

Amcası yanında olsun ya da olmasın hakkı haykırmaktan vazgeçmeyecek,

mücadelesine devam edecekti.

“Rabbinin adını zikret.

Her şeyi bırakıp bütün varlığınla O’na yönel.

O doğunun da batının da Rabbidir.

O’ndan başka ilah yoktur.

Öyleyse yalnızca O’nun himayesine sığın!..” (Müzzemmil 73/8-9)

Allah deyip yürüyen, Allah Azze ve Celle’nin Azim sıfatının en yüksek tecellisine mazhar, azametli Nebi, Yüce davetçi amcasına şu tarihi cevabı verdi:

“Ey amca!..

Allah’a yemin ederim ki

güneşi sağ elime,

ayı da sol elime verseler

yine de bu davadan vazgeçmem…

Ya Allah bu dini hakim kılar ya da ben bu yolda yok olur giderim!..”

(bk. Sîretu İbn Hişam, 1/266; İbnu Seyyid’n-nas,Uyunu’l-eser, 1/132; İbn Kesir, es-Sîretu’n-Nebeviye, 1/474;  Beyhakî, Delail’u’n-Nübüvve-şamile- 2/63; Taberî, 2/218-220)

Sahabeleri,

Hindistan’dan,  himalayalar’dan,  taa Çin tibet’ine,

Asya bozkırlarından Tuna boylarına,

Afrika çöllerinden Endülüs medeniyetine götüren

aynı davanın azmi  değil miydi!…

Ahmet Yesevi’yi Türmenistan diyarından, Anadolu’ya eren yetiştiren,

Selçuklu’yu  İslâm medeniyet ve sanatının en muhteşem eserlerine sahip  kılan,

 Osmanlı’yı yedi kıtada İlâh-i adalete ve Haremeyn’e hadim kılan

 yine aynı davanın azmi değil miydi!..

 Madem, Allah’ın alim ve evliyaları, Allah  resülü’nün varisidirler; 

 o halde O’nun() yolu ve yoldaşı, maksad ve maksudu bir olmak gerektir…

 tıpkı,

Asrın imamı, zamanın müceddidi Said Nursî Bediüzzaman (r.a) misali gibi;

 “Said Nursî (r.a), altmış beş sene evvel Van’da Vali Tahir Paşanın yanında iken

okuduğu  bir  gazetede,

 İngiliz Müstemlekât (sömürgeler) Nazırının İngiliz Meclis-i Meb’usan‘ında

elinde Kur’ân’ı  göstererek,

Bu Kur’ân Müslümanların elinde kaldıkça biz onlara hakikî hâkim olamayız.

 Ya Kur’ân’ı ortadan kaldırmalıyız, veya onları Kur’ân’dan soğutmalıyız

 sözü üzerine, ruhunda bir feveran ve nihayetsiz bir gayret uyanır…

Kur’ân’ın

bir mu’cize olduğunu ispat ederek her tarafa neşretmek

 ve kâfirleri tam susturmak ister, buna kat’î karar verir.!..

 İstidadı şimşek gibi alevli,

 duyguları ve bütün letaifi uyanık

 ve ulvî seciyelere mazhar olan Bediüzzaman’ın, bu havadis üzerine,

“Kur’an’ın

 sönmez ve söndürülmez

 manevî bir güneş hükmünde olduğunu,

 ben dünyaya ispat edeceğim ve göstereceğim!..”

diye,

kuvvetli bir niyet, ruhunda uyanır ve bu saikle çalışır. 

Van’da bulunduğu on beş sene müddet içerisinde hıfzına aldığı

seksenden ziyade kitabı ezbere devrettiği gibi,

âlem-i İslâmın hal-i hazırda durumu hakkında da gerekli her türlü malûmatı elde eder.

Nazirsiz bir allâme olan Bediüzzaman,

daha genç yaşında görünen müstesna zekâ ve ilminden de anlaşıldığı gibi,

sair emsalleri fevkinde, kendisine ayrıca hikmet-i Kur’âniye talim edilmişti!..

Kendisi,

asr-ı hâzırın ihtiyacını karşılayacak,

zamanın ilmî ve edebî seviyesinin fevkinde bütün dünyaya Kur’ân’ın mu’cize olduğunu ispat ve herkesi ikna edebilecek bir kabiliyet,

metanet, emel ve fedakârlık taşıyordu.

Bir buğday tanesi kadar çam çekirdeğinden dağ gibi bir ağacın zuhuru,

kudret-i İlâhiyeyi açıkça gösterdiği gibi;

maddî hiçbir kuvvete sahip olmayan,

bilâkis mazlum ve bir nevi elleri, kolları bağlı bir vaziyette

Bediüzzaman’ın çekirdek-misal hayatı ve hizmetiyle

tarihin en dehşetli bir devrinde

hem Anadolu,

hem âlem-i İslâm,

hem dünyanın ekserîsine de maddeten tesir edecek

ve zihniyetlerini değiştirecek mânevî,

küllî ve cihanşümûl bir inkişafın zuhuru,

aynen bir kudret-i mutlaka ve istihdam-ı İlâhî

ve sevk-i Rabbanî ile olduğu

akla ve kalbe görünmektedir.

Filhakika,

bir eserinde tahdis-i nimet suretinde hizmet-i imaniyeye

ait inayet-i İlâhiyeden bahsederken şöyle der:

Eski Harb-i Umumîde ve daha evvellerinde bir vâkıa-i sâdıkada görüyorum ki:

Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağının altındayım.

Birden o dağ müthiş infilâk etti;

dağlar gibi parçaları dünyanın her tarafına dağıttı.

O dehşet içinde baktım ki, merhum validem yanımdadır.

Dedim:

“Ana, korkma. Cenâb-ı Hakkın emridir. O hem Rahîmdir, hem Hakîmdir!..

Birden, o hâlette iken baktım ki, mühim bir zât bana âmirane diyor ki:

“İ’câz-ı Kur’ân’ı beyan et.”

Uyandım, anladım ki, bir büyük infilâk olacak.

O infilâk ve inkılâptan sonra Kur’ân etrafındaki surlar kırılacak…

Doğrudan doğruya Kur’ân kendi kendini müdafaa edecek.

Ve

Kur’ân’a hücum edilecek; i’câzı onun çelik bir zırhı olacak.

Ve şu i’câzın bir nev’ini, şu zamanda izharına

—haddimin fevkinde olarak—

benim gibi bir adam namzet olacak ve namzet olduğumu anladım!..”

(tarihçe-i hayat)

Bir gün,

elli-altmış metre yükseklikteki Van Kalesi’nin başında,

yapacağı çalışmaları düşünmeye koyulmuştu.

Kendinden geçmiş bir haldeyken, bir anda ayağı kaydı.

Önündeki onlarca metrelik uçuruma doğru gitmeye başladı.

O anda kafasında yer eden tek düşüncesi, dâvâsıydı.

Kur’ân’ın hakikatlerini bütün âleme ilân etmek dâvâsı…

Ondan başka hiçbir şey düşünmüyordu.

Ama gidiyordu uçuruma doğru…

İşte can korkusuyla değil,  dâvâ korkusuyla bağırdı.

“Eyvah!..dâvâm!”   (Sikke-i Tâsdik-i Gaybi,)

Aşağı düşmesi gerekirken, harika bir şekilde,

uçurumun iç kısmında bulunan bir mağaranın önüne düştü…

Ey iman edenler!

Eğer siz Allah’ın davasını dava edinirseniz, 

Allah da size Nusret (yardım eder) eder

ve ayaklarınızı  

(sırat’ıl-müstakim üzerinde) sabit tutar!..”

(muhammed suresi,7)

“Herhalde Sana’()  bey’at edenler ancak Allah’a bey’at etmektedirler…

Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir…

Kim ahdi bozarsa ancak kendi aleyhine bozmuş olur…

Kim de Allah’a verdiği ahde vefa gösterirse,

Allah ona büyük bir mükâfat verecektir!..”  (Fetih,10)

Bab-ı Şefkat Nur

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir