‘Tenasüh’ (reenkarnasyon)

dinimizde ve gerçekte ki yeri nedir?..

Bir asıldan tev’em olarak neşet eden eski Roma ve Yunan iki dehâları, su ve yağ gibi mürur-u a’sâr ve medeniyet ve Hıristiyanlığın temzicine çalıştığı halde,

yine istiklâllerini muhafaza, âdetâ tenasuhla o iki ruh şimdi de başka şekillerde yaşıyorlar.

Onlar tev’em ve esbab-ı temzic varken imtizac olunmazsa,

şeriatın ruhu olan nur-u hidayet, o muzlim medeniyetin esası olan Roma dehâsıyla hiçbir vakit mezc olunmaz, bel’ olunmaz.(-Sünuhat-)

Roma ve Yunan medeniyetleri tek yumurta ikizleri gibidir,

bu yüzden birisi diğerinin devamı niteliğindedir.

Şimdi bu iki medeniyetin fasid ruhu farklı bir ceset ile devam etmektedir ki

bu medeniyetBatı medeniyetidir.

Yani ister Roma ister Yunan medeniyeti olsun,

bu medeniyetin merkezinde vahyin yerinde akılcılık, maddiyyunculuk, menfaat, sömürü, riyakarlık ve rasyonalizm vardır.

Üstad’ın “iki deha” demesinin özünde, bu medeniyetlerin merkeze aklı koyması vardır.

Aristo, Sokrat, Descartes, Karl Marks gibi dahi derecesindeki filozofların, bu medeniyetlerden çıkması buna şahit ve delildir.

Ama bu deha, iman nurundan mahrum olduğu için; deha olsa bile,

şeytanın desiselerine melâb

ve şerlerine merkep

olmaktan kendini kurtaramamıştır!..

Bu sebepten;

“Şeriatın ruhu olan nur-u hidayet, o muzlim medeniyetin esası olan Roma dehâsıyla hiçbir vakit mezc olunmaz, bel’ olunmaz.(-Sünuhat-)

Sünnet itikadımız da;

“Tenasühe,

yani ölen insanın ruhunun başka bir çocuğa-veya başka bir şeye- geçerek,

tekrar dünyaya gelmesine inanmak,

islam dinine aykırıdır.

Böyle inananın îmanı gider…” -İmam Maturîdi-İmam-ı Eş’arî-

Tenasüh (reenkarnasyon) denilen fikre gelince;

Risale-i nur’da da bahsi geçen ve insanlara farklı gibi sunulan batıl, Dall ve cahilene, küfür kokan bu gibi fikirlerin menşe-i asılsızdır!..

Zira Allah’ın birliğine inanan, kitap ehli( Yahudi, Müslüman veya hiristiyan olsun) Vahid olan bir Allah’a inanıyorsa, bilir ki; ‘Vahid’ Olan Allah’ın birliği üzerinde ‘Ehad’ olan benzersiz, taklid edilemez mühürleri vardır,

yani;

Bütün çiçekler birbirine benzese her birinin adı başkadır. Adları, cinsleri birbirine benzese, şekilleri kokuları renkleri halleri başkadır.

Keza insanlarda da böyledir. Bütün insanlar bir olsa; her birinin ruhu, adı, rengi, şekli,

sözü, edası, karekteri, huyu, suyu, düşüncesi hissi v.s..yüzlere hatta binlere hatta hücrelerine kadar başka başkadır. Bu bir!..

İkincisi; Sünnet itikadını esaslarından ve kainatın yaratılış sebebi olan,

Ben bilinmez bir hazine iken bilinmek istedim” ( Keşfü’l Hafa)

kutsi hadisinin hakikatine aykırıdır.

Alemlerin Rabbi zamanın her saniyesinde, her salisesinde, mekanın her zerresinde, canlının her hücresinde; yepyeni bir tecelli ile kendini varlığını başka bir kudret ve rahmetle, tanıtıp, tattırıp, tarttırarak zahiri ve batını delillerle göstermekte ve bildirmektedir!..

Meselâ; Hiçbir günün akşam vakti ötekinin aynısı değildir.

Kezâ, bütün ikindiler veya akşamlar birbirinin içine konmamıştır,

Her birini ayrı ayrı yaşar, ayrı ayrı tecellilere mazhar oluruz!..

Geride kalan mazimizin her anı da benzersizdir.

Ve herkesin bu maziden tarih aynı olsa da anıları başkadır..

Her canlı hücrenin biyolojik olarak devamlı bir şekilde tekrar tekrar değişerek yenilenmesi, her cansız eşyanın zerrelerinin de sürekli değişim ve yenilenme göstermesi;

bütün canlı cansız varlıkların her yönü ile orijinal oldukları, hiçbir yönü ile aynı olmadıkları gerçeğini ortaya koyuyor.

Binlerce yıldır yağan hiçbir kar tanesi bile birbirinin aynı değildir.

Aynı şekil de nebatata ( nebati ruhlar), hayvanata (hayvani ruhlar)

ve insanlara ait insan ruhunun da, zekâları, hisleri, istidâd ve kabiliyetleri, becerileri v.s. gibi sayısız özellikleri ile bir değildir, birbirinin aynısı değildir.

Alâmet-i fârika denilen, kişilikleri oluşturan, siret, suret ve yüz aynı değildir!

Üçüncüsü;

İnsana ait zeka, akıl, kalp, vicdan ve bunlara ait saçlarımızın telleri kadar letaifler, bunların ürünü olan,

Düşünce, fikir, karar, duygu ve his, tasdik gibi sayılamayacak kadar

sınırsız insanlık meziyetleri insan RUH’unun değişmez parçalarıdır.

Bu insan ruhunun bir hayvana geçtiğini düşünün, (Haşa!..)

peki bu ruha ait bu meziyetler nereye gidecek,

eğer giderse zaten RUH diye bir şey kalmayacak.

Veyahut hayvanlaşacak, bu seferde bu değişimin hiçbir önemi kalmayacak!..

Bu durumda düşünen hayvanlar, yazı yazan kelebekler, yemek pişiren arılar, dikiş diken serçeler görecektik.

Bu imkansız!…

Tam tersini olan; internette tanımı yapıldığı gibi;

“Tenasüh (reenkarnasyon), bir rûh göçüdür” sözü büyük bir yalandır!..

Rûhun bir bedenden diğerine yahut çeşitli bedenlere geçmesi batıl ve hakikatsiz bir olayın hayali adıdır.

Hatta bazı ilkel kavimler, insan rûhunun, önce madenlere, sonra bitkilere, ondan sonra hayvanlara ve daha sonra da insanlara geçerek,

bir devr-i daim şekilde bir bedenden diğer bir bedene hicret ettiğine inanılsa bile,

“Adetullah dediğimiz,

Maddi açıdan da; biyoloji kanunlarına göre; hiçbir maddenin zerre

ve atomlarının kesinlikle canlı bir hücreye dönüşmediğini gibi,

bitki hücresinin hayvan hücresine,

hayvan hücresinin insan hücresine dönüşmesi de asla mümkün değildir!..

Ruh açısından düşünecek olursak; madeni olan eşyanın ruhu olamaz, olması mümkün değildir!..

İnsan ruhunun olgunlaşması safiyet ve kemâlat kazanması,

bedenden bedene geçmesinde değil,

aynı bedende yaşanılan

değişik hayat imtihanının getirdiği;

ilim, tecrübe, hikmet ve hakikatin neticesindendir!..

Demek, insan bu âleme

ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir.

Mahiyet ve istidat itibarıyla herşey ilme bağlıdır.

Ve bütün ulûm-u hakikiyenin esası

ve madeni ve nuru ve ruhu marifetullahtır

ve onun üssü’l-esası da iman-ı billâhtır.”(23.Söz)

İnsan RUH’u insanlıkla öyle özdeşleşmiştir ki,

sadece bedenen bile olsa hayvana benzemeyi bir an bile olsa kabul edemez.

Bu duygu bile insanı öldürür.

İnsan RUH’u kendi bedeniyle de bütünleşmiştir.

Kendi cinsinden bile olsa farklı bir bedenle uyuşmaz, kaldı ki hayvan bedeniyle uyuşsun!..

Bu tamamen imkansız!..

Kur’an-ı Kerim’de bir yasağı çiğnedikleri için,

ceza olarak Yahudilerin maymuna dönüştürüldüğü,

ailelerinin yanına gelip,

kendilerini aynada görünce,

bu durumu kavrayamayıp çatlayıp öldükleri hikaye edilir.

“Biz onlara, “Aşağılık maymunlar olun” demiştik.

Biz bunu, hem onu görenlere, hem de sonra geleceklere bir ibret kıldık..”(Bakara, 2/65-66)

Demek ki, Allah’a isyan eden kimseler insanlıktan çıkmış sayılırlar.

Görünüşte insan suretinde yaşasalar bile,

amellerine göre manen bir hayvan sıfatını almışlardır.

Medeniyet maskesi altında insanlıklarını kaybedenleri kastederek,

Bu medenilerin çoğu, eğer içi dışına çevrilse,

kurt, ayı, yılan, hınzır, maymun postu görülecek gibi hayale gelir” (Tarihçe-i Hayat)

Batı medeniyeti esas ve temellerini

Roma ve Yunan felsefelerinden alıp hiristiyanlıkla mecz etmiştir.

İslam’a tamamen aykırı, ters ve münafidir, şöyle ki;

“…hikmet-i felsefe ise,

hayat-ı içtimaiyede nokta-i istinadı “kuvvet” kabul eder.

Hedefi “menfaat” bilir.

Düstur-u hayatı “cidal” tanır.

Cemaatlerin rabıtasını “unsuriyet, menfi milliyeti” tutar.

Semerâtı ise, “hevesât-ı nefsâniyeyi tatmin ve hâcât-ı beşeriyeyi tezyiddir.”

Halbuki, kuvvetin şe’ni tecavüzdür...

Menfaatin şe’ni, her arzuya kâfi gelmediğinden, üstünde boğuşmaktır…

Düstur-u cidâlin şe’ni çarpışmaktır.

Unsuriyetin şe’ni, başkasını yutmakla beslenmek olduğundan, tecavüzdür.

İşte bu hikmettendir ki, beşerin saadeti selb olmuştur!..

Amma hikmet-i Kur’âniye ise,

nokta-i istinadı, kuvvete bedel “hakkı” kabul eder.

Gayede menfaate bedel “fazilet ve rıza-i İlâhîyi” kabul eder.

Hayatta düstur-u cidal yerine “düstur-u teavünü” esas tutar.

Cemaatlerin rabıtalarında unsuriyet, milliyet yerine “rabıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî” kabul eder.

Gayâtı, hevesat-ı nefsâniyenin tecavüzâtına sed çekip,

ruhu maâliyâta teşvik ve hissiyat-ı ulviyesini tatmin eder

ve insanı kemâlât-ı insaniyeye sevk edip insan eder!..

Hulâsa;

İslam’a dair hikmetler ve hakikatler ‘tenasüh’ benzeri;

hiçbir harici fikir, düşünce, misyon, ve felsefe ile izah edilip aşılanamaz!..

İslam dininin hidayet yapısı İlahidir,

beşerin batıl,

hakikatsiz

ve küfr-i söylemleri ile bağdaştırmak

veya ortak ve melez bir medeniyet oluşturmaya yeltenmek,

İslam dinine bir tahkirdir!.. Küfürdür!.. İhanettir!..

Efendimiz (ﷺ) bu minval de şöyle buyrulmuştur;

“Şanı yüce Rabbimiz, şöyle buyurmuştur:

Daha önce (ezeli ilmimde) şu kararı verdim ki,

onlar

(hiç kimse, ölümünden sonra) tekrar dünyaya geri gönderilmez.’ (tirmizi)

Ayet-i Kerime’ de ise;

“Nihâyet onlardan her birine (her bir insana) ölüm gelip çatınca şöyle diyecektir:

‘Rabb’im beni dünyaya geri gönder.

Taki ben kaybettiğim ömrüm karşılığında iyi amel ve hareketlerde bulunayım.’

Hayır, aslâ. Onun söylediği bu söz şüphesiz boş laftan ibarettir.

Önlerinde ise diriltilip kaldırılacakları güne kadar,

(dünyaya döndürülmelerine) bir engel vardır.” (Mü’minûn, 23/99-100)

“İnsanlar ölünce iyi kimselerin ruhları İlliyîn’e kötü kimselerin ruhları ise Siccîn’e gidecektir. Doğrusu, yoldan sapan kâfirlerin hesap defterleri Siccîn’dedir. Fakat hayırlı insanların hesap defterleri İlliyyûn’dadır.”(Mutaffifin, 83/7, 18)

Amennâ ve Saddâknâ!..

Bab-ı Şefkat Nur

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir