“KADER VE CÜZ-Ü İHTİYARÎ;
HÂLÎ VE VİCDANÎDİR, İLMÎ VE NAZARÎ DEĞİLLERDİR…”
“Kader ve cüz-ü ihtiyarî, İslâmiyetin ve imanın nihayet hududunu gösteren,
hâlî ve vicdanî bir imanın cüzlerindendir. Yoksa ilmî ve nazarî değillerdir.”
(26. söz-1.mbh.)
Evvelâ şu bilinmelidir ki;
“Kader;
Hak Teâlâ’nın, ezelden ebede kadar olmuş ve olacak her şeyin,
her şeyini ve her hâlini, zamanını ve mekânını,
sıfatlarını ve özelliklerini ezelî ilmiyle bilip, ona göre, takdir etmesidir.”
Kader, bir şey hakkında verilen karardır. Kaza ise, verilen o kararın gerçekleşme olayıdır.
Kader, imanın altı şartından biridir. Kur’an’ı Kerim’de zikredilen
1–İmam-ı Mübin denilen Allah’ın İlim sıfatına haiz, varlığın Kader defteri olan
Levhi mahfuz… ve yine benzer ayetler de adı geçen,
Kudret sıfatına haiz, mahlukatın kaderde tayin
ve tespit edilmiş mukadderatının varlık aleminde yani şehadet alemin de,
eşyada üzerinde tahakkuk ve icra edilmesi ve hayata geçirilme ameliyesi,
kayıt altına alınması, belgelenip delillendirilmesi olan,
2–Kitab-ı Mübin’…Ve üçüncü olarak
3-‘Cüz’i ihtiyari.’ kadere imanın Cüz-i hakikatlerindendir…
‘Cüz’i ihtiyari’; İki şeyden birini tercih etmek demektir ki;
Risale-i Nur’da,
“İradenin gayetü-l gayatı ve vazifesi ibadettir.” (mesnevi-i Nuriye) denilmiştir.
İbadet olması; Kendisine, kulluğun anahtarı hükmünde olan
İrade’nin, helal ve münasip olanlar için tercih hakkını kullanması, haram ve yersiz
–fuzuli, malayani- şeylerden sakınıp uzaklaşması vazifesinin emredilmesidir……
‘hâlî ve vicdanî bir imanın cüzleri…’ demekle,
cüz’i irademizin varlığını da ancak vicdanımızla fark edebildiğimiz nazara veriliyor….
Meselâ;
Allah Âzze ve Celle yi bize tanıtan dördüncü muarrif-i burhan olan
‘Vicdan-ı beşer denilen fıtrat-ı zîşuur’ (mesnevi-i Nuriye) de bahsedilmektedir…
-vicdan, bilinçli ve bir şuurdur- ki, diğer üç muarrife de ulaştırır.-
İnsanın eşyayı ve varlığı hatta kendini tanıdığı;
görme, işitme, koklama, tat alma ve dokunma duygularının tümüne
zahirî hisler deniliyor. Bunlar bir derece ilmi olabilir…
Ama Bunlara ilave olarak insanda beş tane de batınî his var.
Bunlar, kuvve-i akliye, kuvve-i hayaliye,
kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye, hiss-i müşterek olarak belirtiliyor.
Bu beşinci his ilmi ve nazari değildir…
Bilakis, diğerlerinin ortak faaliyetini sağlıyor.
Üstat Hazretleri insandaki bu beş batinî hisden başka altıncı bir his olarak,
‘Sâika’ ve ‘Şâika’ dan bahsediyor.
“sâika” hayvanların ve bitkilerin faaliyetlerindeki sevk-i ilahi,
“şâika”; insanlarda
“Âlem-i gayb ve şehadetin nokta-i iltisakı ve berzahı ve iki âlemden
birbirine gelen seyyârâtın mültekası, vicdan denilen fıtrat-ı zîşuurdur.
Evet, fıtrat ve vicdan akla bir penceredir; tevhidin şuâsını neşrederler.”
(mesnevi-i Nuriye)
denilen İnsanın bedeni, “şehadet âlemi” denilen şu kâinattaki varlıklardan
istifade ettiği gibi, akıl ve kalbi de bu eşyayı yaratan
ve ona hizmet ettiren Rabbini, Hâlık’ını bilmek ve bulmakla tatmin olur.
Bu cihetle de vicdan, gayb âlemi ile şahadet âleminin
“nokta-i iltisakı” yani bir nevi buluşma noktasıdır.
Demek,
Vicdan, hakikatleri tartmak ve tasdik için insanın fıtratına dercedilmiş bir terazidir.
İnsan yanılsa bile vicdan yanılmaz.
Vicdan, insanın kendi fiil ve hareketlerini tetkik ve muhakeme ederek,
lehinde veya aleyhinde hüküm veren sadık bir hâkim ve gizli bir histir.
“Vicdan, fıtrat-ı zîşuurdur.”
(mesnevi-i Nuriye) ve“O şevk ve sevk yalan söylemez” buyuruyor.
İnsan, vicdanının sesini iyi dinlediği ve aklını doğru kullandığı takdirde
bu sevk ve şevk hisleri de insanı Rabbine ulaştıran birer rehber olurlar.
Demek oluyor ki,
Yani, kişi üzerinde ki vicdanın tasdiki olmayan bir kulluk;
hiçbir zaman müttakilik, yani takva makamına çıkamaz!..
“Evet, Allah’ın emirlerini yapmaktan
ve nehiylerinden sakınmaktan ibaret olan ibadetle,
vicdanî ve aklî olan imanî hükümler terbiye ve takviye edilmezse,
eserleri ve tesirleri zayıf kalır.”
(Îşârâtü’l-İcâz, Bakara,21ayet)
“Yani, mü’min, herşeyi, hattâ fiilini, nefsini Cenâb-ı Hakka vere vere,
– ilk 5 iman esasatına riayet ettikten sonra, kendi amelleri karşısına çıkınca –
tâ nihayette teklif ve mes’uliyetten – emir ve sorumluluklardan -, kurtulmamak için,
cüz-ü ihtiyarî önüne çıkıyor; ona “Mes’ul ve mükellefsin– sorumlusun-” der.
Sonra, ondan sudur eden iyilikler ve kemâlâtla mağrur olmamak,
-iyilik ve ihsanlara sahiplenip, bencillik edip aldanmamak – için,
kader karşısına geliyor; der: “Haddini bil, yapan sen değilsin!..”
‘hayır ve ihsan Allah’ın elindedir!..’ diyor
Evet, kader, cüz-ü ihtiyarî, iman ve İslâmiyetin nihayet merâtibinde;
kader, nefsi gururdan– aldanmaktan-;
ve cüz-ü ihtiyarî, adem-i mes’uliyetten– sorumsuzluktan- kurtarmak içindir ki,
mesâil-i imaniyeye -altı iman esasatları arasına– girmişler.
Yoksa, mütemerrid nüfus-u emmârenin işledikleri seyyiâtının mes’uliyetinden
-Günahların hesabından-kendilerini kurtarmak için kadere yapışmak;
ve onlara in’âm olunan mehâsinle– ihsan edilen lütuflarla- iftihar etmek, gururlanmak,
cüz-ihtiyarîye istinad– ‘benim,’ ‘bana ait’ diyerek – kendine mal – etmek;
bütün bütün sırr-ı kadere– kader sırrına-ve hikmet-i cüz-ü ihtiyariye ye
-kaderin ve iradenin vazifesine, gayesi olan kulluğa,-
zıt bir harekete sebebiyet veren ilmî meseleler değildir!..”
Hulasa,
İradesini inkâr eden adama onun varlığı ilmen ispat edilemez.
insan manevi ve ruhi halinde bu imanı hisseder ve tadar.
Aynen; Elmanın tadını yemeyene anlatılamayacağı gibi!..
Bu yüzden,
“…sırr-ı kadere ve hikmet-i cüz-ü ihtiyariye ye
zıt bir harekete sebebiyet veren ilmî meseleler değildir” denilmiştir!..
O halde her mü’min;
Kudret sahibi Azze ve Celle olan Allah’ü-Teâlâ’nin
Ezeli ilmiyle bilip, İmam-ı Mübin denilen levh-i mahfuz’ da yazdığı Kadere,
aynen yazıldığı gibi gerçekleşen ve kaydedilen
Kitab-ı Mübin denilen levh-i mahv kayıt ve deliline,
bütün bunların yanısıra aynı zaman da,
iradenin gayesi olan Cüz-i ihtariye’nin mesuliyetine tam bir teslimiyetle iman ederek,
bunu da, inanarak ve yaşayarak vicdanen tasdik edip,
zikren, fikren ve amelen kulluğunu göstermek ‘kadere iman’dandır!..
Bab-ı Şefkat NUR