Tevhid ve vahdette cemal-i İlahî ve kemal-i Rabbanî tezahür eder.

Eğer vahdet olmazsa, o hazine-i ezeliye gizli kalır. Evet, hadsiz cemal ve kemalât-ı İlahiye ve nihayetsiz mehasin ve hüsn-ü Rabbanî ve hesapsız ihsanat ve beha-i Rahmanî ve gayetsiz kemal-i cemal-i Samedanî, ancak vahdet âyinesinde ve vahdet vasıtasıyla şecere-i hilkatin nihayatındaki cüz’iyatın simalarında temerküz eden cilve-i esmada görünür.

Mesela, iktidarsız ve ihtiyarsız bir yavrunun imdadına umulmadık bir yerden, yani kan ve fışkı ortasından beyaz, safi, temiz bir süt göndermek olan cüz’î fiil ise tevhid nazarıyla bakıldığı vakit, birden bütün yavruların pek çok hârikulâde ve pek çok şefkatkârane olan küllî ve umumî iaşeleri ve validelerini onlara musahhar etmeleriyle rahmet-i Rahman’ın cemal-i lâyezalîsi kemal-i şaşaa ile görünür. Eğer tevhid nazarıyla bakılmazsa o cemal gizlenir ve o cüz’î iaşe dahi esbaba ve tesadüfe ve tabiata havale edilir, bütün bütün kıymetini, belki mahiyetini kaybeder.

Hem mesela, dalaletin gayet müthiş manevî elemini hisseden bir adama, iman ile hidayet ihsan etmek, eğer tevhid nazarıyla bakılsa birden o cüz’î ve fâni ve âciz adam bütün kâinatın hâlıkı ve sultanı olan mabudunun muhatap bir abdi olmak ve o iman vasıtasıyla bir saadet-i ebediyeyi ve şahane ve çok geniş ve şaşaalı bir mülk-ü bâki ve bâki bir dünyayı ihsan etmek ve onun gibi bütün mü’minleri dahi derecelerine göre o lütfa mazhar etmek olan bu ihsan-ı ekber yüzünde ve simasında, bir Zat-ı Kerîm ve Muhsin’in öyle bir hüsn-ü ezelîsi ve öyle bir cemal-i lâyezalîsi görünür ki bir lem’asıyla bütün ehl-i imanı kendine dost ve has kısmını da âşık yapıyor. Eğer tevhid nazarıyla bakılmazsa o cüz’î imanı, ya mütehakkim ve hodbin Mutezileler gibi kendi nefsine veya bazı esbaba havale eder ki hakiki fiyatı ve pahası cennet olan o Rahmanî pırlanta bir cam parçasına inip âyinedarlık ettiği kudsî cemalin lem’asını kaybeder.

İşte bu üç misale kıyasen, daire-i kesretin müntehasındaki cüz’iyatın cüz’iyat-ı ahvalinde, tevhid noktasında cemal-i İlahînin ve kemal-i Rabbanînin binler envaı ve yüz bin çeşitleri onlarda temerküz cihetinde görünür, anlaşılır, bilinir, tahakkuku sabit olur. İşte tevhidde cemal ve kemal-i İlahînin kalben görünmesi ve ruhen hissedilmesi içindir ki bütün evliya ve asfiya, en tatlı zevklerini ve en şirin manevî rızıklarını kelime-i tevhid olan “Lâ ilahe illallah” zikrinde ve tekrarında buluyorlar.

Hem kelime-i tevhidde azamet-i kibriya ve celal-i Sübhanî ve saltanat-ı mutlaka-i rububiyet-i Samedaniye tahakkuk etmesi içindir ki Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ferman etmiş: اَفْضَلُ مَا قُلْتُ اَنَا وَالنَّبِيُّونَ مِنْ قَبْلٖى لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ Yani “Ben ve benden evvel gelen peygamberlerin en ziyade faziletli ve kıymetli sözleri, “Lâ ilahe illallah” kelâmıdır.”

Evet bir meyve, bir çiçek, bir ışık gibi küçücük bir ihsan, bir nimet, bir rızık; bir küçük âyine iken, tevhidin sırrıyla birden bütün emsaline omuz omuza verip ittisal ettiğinden, o nevi büyük âyineye dönüp o nev’e mahsus cilvelenen bir çeşit cemal-i İlahîyi gösterir. Ve fâni, muvakkat olan güzellik ile bâki bir nevi hüsn-ü sermedîyi irae eder. Ve Mevlana Celaleddin’in dediği gibi, اٰنْ خَيَالَاتٖى كِه دَامِ اَوْلِيَاسْتْ * عَكْسِ مَهْرُويَانِ بُوسْتَانِ خُدَاسْتْ sırrıyla bir âyine-i cemal-i İlahî olur. Yoksa eğer tevhid sırrı olmazsa o cüz’î meyve tek başına kalır. Ne o kudsî cemal ne de o ulvi kemali gösterir. Ve içindeki cüz’î bir lem’a dahi söner, kaybolur. Âdeta baş aşağı olup elmastan şişeye döner.

Hem tevhid sırrıyla, şecere-i hilkatin meyveleri olan zîhayatta bir şahsiyet-i İlahiye, bir ehadiyet-i Rabbaniye ve sıfât-ı seb’aca manevî bir sima-i Rahmanî ve temerküz-ü esmaî ve اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعٖينُ deki hitaba muhatap olan zatın bir cilve-i taayyünü ve teşahhusu tezahür eder. Yoksa o şahsiyet, o ehadiyet, o sima, o taayyünün cilvesi inbisat ederek kâinat nisbetinde genişlenir, dağılır, gizlenir. Ancak çok büyük ve ihatalı, kalbî gözlere görünür. Çünkü azamet ve kibriya perde olur, herkesin kalbi göremez.

Hem o cüz’î zîhayatlarda pek zahir bir surette anlaşılır ki onun Sâni’i, onu görür, bilir, dinler, istediği gibi yapar. Âdeta o zîhayatın masnuiyeti arkasında muktedir, muhtar, işitici, bilici, görücü bir zatın manevî bir teşahhusu, bir taayyünü imana görünür. Ve bilhassa zîhayattan insanın mahlukıyeti arkasında gayet aşikâr bir tarzda o manevî teşahhus, o kudsî taayyün sırr-ı tevhid ile imanla müşahede olunur. Çünkü o teşahhus-u ehadiyetin esasları olan ilim ve kudret ve hayat ve sem’ ve basar gibi manaların hem numuneleri insanda var, o numuneler ile onlara işaret eder. Çünkü mesela, gözü veren zat, hem gözü görür hem ince bir mana olan gözün gördüğünü görür, sonra verir. Evet senin gözüne bir gözlük yapan gözlükçü usta, göze gözlüğün yakıştığını görür, sonra yapar. Hem kulağı veren zat, elbette o kulağın işittiklerini işitir, sonra yapar, verir. Sair sıfatlar buna kıyas edilsin.

Hem esmanın nakışları ve cilveleri insanda var, onlar ile o kudsî manalara şehadet eder. Hem insan, zaafıyla ve acziyle ve fakrıyla ve cehliyle diğer bir tarzda âyinedarlık edip yine zaafına fakrına merhamet eden ve meded veren zatın kudretine, ilmine, iradesine ve hâkeza sair evsafına şehadet eder. İşte daire-i kesretin müntehasında ve en dağınık cüz’iyatında, sırr-ı vahdetle bin bir esma-i İlahiye, zîhayat denilen küçücük mektuplarda temerküz edip açık okunduğundan, o Sâni’-i Hakîm zîhayat nüshalarını çok teksir ediyor. Ve bilhassa zîhayatlardan küçüklerin taifelerini pek çok tarzda nüshalarını teksir eder ve her tarafa neşreder.

Risale-i Nur Külliyat-ı

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir