Şu zamanın medenî engizisyonu müdhiş bir vesile ile, bazı ezhanı telkîh ile, bir kısım nâmeşru evlâdını vücuda getirip, İslâmiyet’e karşı kinini ve hiss-i intikamını icra eder. Diyanetsizliğe veya lâübaliliğe veya Hristiyanlığa temayüle veya İslâmiyet’ten şübhe ile soğutmaya bir kapı açmak ister. İşte o desise şudur: “Ey Müslüman bak, nerede bir Müslim varsa binnisbe fakir, gafil, bedevidir. Nerede Hristiyan varsa, bir derece medenî, mütenebbih, ehl-i servettir. Demek…. ilâ âhir.”
Ben de derim ki:
Şu zamanın medenî engizisyonu müdhiş bir vesile ile, bazı ezhanı telkîh ile, bir kısım nâmeşru evlâdını vücuda getirip, İslâmiyet’e karşı kinini ve hiss-i intikamını icra eder. Diyanetsizliğe veya lâübaliliğe veya Hristiyanlığa temayüle veya İslâmiyet’ten şübhe ile soğutmaya bir kapı açmak ister. İşte o desise şudur: “Ey Müslüman bak, nerede bir Müslim varsa binnisbe fakir, gafil, bedevidir. Nerede Hristiyan varsa, bir derece medenî, mütenebbih, ehl-i servettir. Demek…. ilâ âhir.”-Ey Müslüman! Biri maddî, biri manevî Avrupa rüchanının iki sebebinin şu netice-i müdhişiyle o neticenin tesir-i muharribanesine karşı, mevcudiyetimizin hâmisi olan İslâmiyet’ten elini gevşetme. Dört el ile sarıl, yoksa mahvolursun.
Evet biz aşağıya iniyoruz, onlar yukarıya çıkıyor. Bunun iki sebebi vardır. Biri maddî, biri manevîdir.
Birinci Sebeb: Umum Hristiyanın kilisesi ve maden-i hayatı olan Avrupa’nın vaziyet-i fıtriyesidir. Zira dardır, güzeldir, demir madenidir, girintili çıkıntılıdır. Deniz ve enharı bağırsaklarıdır, bâriddir.
Evet Avrupa, küre-i zeminin hums-u öşrü iken, nev’-i beşerin bir rub’unu letafet-i fıtriyesi ile kendine çekmiş. Hikmeten sabittir ki; efrad-ı kesîrenin içtimaı, ihtiyacatı intac eder. Görenek gibi çok esbab ile tekessür eden hâcat, zeminin kuvve-i nâbitesine sıkışmaz.
İşte şu noktadan ihtiyaç san’ata ve merak ilme ve sıkıntı vesait-i sefahete hocalık edip talime başlarlar.
Evet fikr-i san’at, meyl-i marifet, kesretten çıkar. Avrupa’nın darlığı ve deniz ve enharı olan vesait-i tabiiye-i münakale içinde dolaşması sebebiyle; tearüf ticareti, teavün iştirak-i mesaîyi intac ettikleri gibi, temas dahi telahuk-u efkârı, rekabet de müsabakatı tevlid ederler. Ve bütün sanayiin maderi olan demir madeni kesretle içinde bulunduğundan, o demir, medeniyetlerine öyle bir silâh-ı kuvvet vermiştir ki, dünyanın bütün enkaz-ı medeniyetlerini gasb u garet edip, gayet ağır bastı, mizan-ı zeminin muvazenetini bozdu.
Hem de herşeyi geç almak, geç bırakmak şanından olan bürudet-i mu’tedilane, sa’ylerine sebat ve metanet verip, medeniyetlerini idame etmiştir. Hem de ilme istinad ile devletlerinin teşekkülü, mütekabil kuvvetlerinin tesadümü, gaddarane istibdadlarının iz’acatı, engizisyonane taassublarının aksü’l-amel yapan tazyikatı, mütevazi unsurlarının rekabetle müsabakatı, Avrupalıların istidadlarını inkişaf ettirip, mezaya ve fikr-i milliyeti uyandırdı.
İkinci Sebeb: Nokta-i istinaddır. Evet herbir Hristiyan başını kaldırıp, müteselsil ve mütedâhil maksadların birine el atsa arkasına bakar ki; istinad edecek, kuvve-i maneviyesine daima imdad edip hayat verecek gayet kavî bir nokta-i istinad görür. Hattâ en ağır ve büyük işlere karşı mübarezeye kendinde kuvvet bulur.
İşte o nokta-i istinad her taraftan ellerini uzatan dindaşlarının uruk-u hayatına kuvvet vermeye ve İslâmların en can alacak damarlarını kesmeye her vakit âmâde ve dessas, medenî engizisyon taassubu ile, maddiyyunun dinsizliği ile yoğrulmuş ve medeniyetlerinin galebesi ile mest-i gurur olmuş bir müsellah kitlenin kışlası veya büyük kilisesi olan Avrupa’nın medeniyetidir.
Görülmüyor mu ki, en hürriyetperver maskesini takan (İ.G.) elini uzatıp arıyor. Nerede Hristiyan bulsa, hayat veriyor. İşte Habeş, Sudan. İşte Tayyar, Artuşi. İşte Lübnan, Huran. İşte Mal Sur ve Arnavut. İşte Kürd ve Ermeni, Türk ve Rum ilâ âhir.
Elhasıl: Onları canlandıran emeldir ve bizi öldüren yeistir. Meşhurdur ki, biri demiş: “Eğer bir nokta-i istinad bulsam, küre-i zemini yerinden oynatırım.” Bu faraziyede acib bir nokta vardır. Demek bu küçücük insan, nokta-i istinad bulsa, küre gibi büyük işleri çevirebilir.
Ey ehl-i İslâm! İşte küre-i zemin gibi ağır ve âlem-i İslâmiyet’e çökmüş olan mesaib ve devahîye karşı nokta-i istinadımız: Muhabbet ile ittihadı, marifet ile imtizac-ı efkârı, uhuvvet ile teavünü emreden nokta-i İslâmiyettir. Bak âlem-i İslâmın şu büyük dairenin nokta-i uzmasından tut, tâ en küçük dairenin -meselâ medrese talebelerinin- birer ukde-i hayatiyesi vardır. Heyet-i içtimaiyenin efrad ve revabıtı birbirine istinadı gibi, o ukdeler dahi birbirine merbut, müteselsilen o nokta-i uzmaya müsteniddir. Demek bütün o ukde-i hayatiyelerini -boğmak değil-, belki tenebbüh ve neşvünema vermekle İslâm tenebbüh edip, terakkiye başlayabilir.
Yoksa biri Avrupa’nın mehasinini mesavîmizle ve telahuk-u efkârının semeratı, bizim bir şahsın semere-i sa’yi ile, insafsızca, aldatıcı cerbeze ile muvazene etmekle,
{(*): Hristiyanlığın malı olmayan medeniyeti ona mal etmek, İslâmiyet’in düşmanı olan tedenniyi ona dost göstermek, feleğin ters dönmesine delildir.}
Avrupa’ya şedid bir meftuniyet ve milletine karşı amîk bir nefret hissiyle, kendini Avrupa’nın veled-i nâmeşruu gösterdiği gibi, fikr-i ihtilal ve meyl-i tahrib ve aldatıcı cerbezenin neticesi olan hicv-i âsiyane, müfteriyane, namusşikenane ile kendi firavuniyetini ve zımnen medih ve gururiyetini ve bilmediği halde İslâm’a düşmanlığını göstermekle beraber; firavuniyet, enaniyet, gurur hükmü ile milletine karşı şer’an, aklen, hikmeten mükellef olduğu hiss-i şefkat yerine hiss-i tahkir, meyl-i incizab yerine meyl-i nefret, meyelan-ı muhabbet yerine irade-i istihfaf, temayül-ü ihtiram yerine meyelan-ı techil, arzu-yu merhamet yerine arzu-yu taazzum, seciye-i fedakârî yerine temayül-i infiradî ikame edip; hamiyetsizliğini, asılsızlığını gösterdiğinden nazar-ı hakikatta öyle bir câni ve menfur olur ki, meselâ birisi Paris’te sefahet âleminde bir âlüfte madamın kametinde istihsan ettiği bir libası, câmide muhterem bir hocaya giydirmeye çalışmak gibi bir hareket-i ahmakane ve câniyanede bulunur. Zira hamiyet ise; muhabbet, hürmet, merhametin netice-i zaruriyesidir. Onsuz olmaz ve illâ yalandır, sahtekârlıktır. Nefret, hamiyetin zıddıdır.
Mutaassıblara hücum eden Avrupa’nın kâselisleri herbiri yüz mutaassıb kadar meslek-i sakîminde mutaassıbdır. Bunlardan birisi Şekspir medhinde ettiği ifratı, şayet bir hoca o ifratı Şeyh-i Geylanî medhinde etse idi, tekfir olunacaktı.
Heyhat! Bunların neresinde millete muhabbet ve millet için hamiyet?!.
Esefâ! Heyet-i içtimaiyeyi faaliyet ve harekete götüren çok ukde-i hayatiyelerden, bizde inkişafa başlayan yalnız fikr-i edebiyat, bâhusus şâirane, müfritane, edebşikenane, hodpesendane olan fikr-i hiciv ve arzu-yu tahkirdir. ﻭَ ﻟﺎَ ﻳَﻐْﺘَﺐْ ﺑَﻌْﻀُﻜُﻢْ ﺑَﻌْﻀًﺎ Te’dib-i hakikîye karşı edebsizliktir ki, birbirine saldırıyor. Fakat millete ve İslâmiyet’e karşı olan ta’rizat-ı zımniyelerini o kâselislerin yüzlerine çarpmakla beraber, onlar birbirine karşı dinsizcesine hiciv ve terzilleri ise, kimbilir belki müstehaktırlar düşünüp, deyip geçmek ile iktifa ederiz.
Ben zannederim ki, bu milletin perişaniyetine; fazla cehaletten ziyade, nur-u kalb ile müterafık olmayan fazla zekâvet-i betra tesir etmiştir. Bence en müdhiş maraz asabîliktir. Zira herşeyi haddinden geçirmekle, aksü’l-amel yaptırır.
Ey birader, âlem-i Hristiyanın rüchanına sebebiyet veren ihtiyarlaşmış olan esbaba tekabül edecek, genç, dinç esbab bizde inkişafa başlamıştır. Başka kitabda tafsil etmişim. Bir hikâye:
{(*): Bu kitabın birinci tab’ından yedi sene geçmiştir. Demek on sene evvel, yani rumi 1326 senesinde.}
Bundan on sene evvel Tiflis’e gittim. Şeyh San’an tepesine çıktım, dikkatle temaşa ediyordum. Bir Rus yanıma geldi. Dedi:
-Niye böyle dikkat ediyorsun?
Dedim:
-Medresemin plânını yapıyorum.
Dedi:
-Nerelisin?
-Bitlis’liyim dedim.
Dedi:
-Bu Tiflis’tir. Dedim:
-Bitlis, Tiflis birbirinin kardeşidir.
Dedi:
-Ne demek?
Dedim:
-Asya’da, âlem-i İslâm’da üç nur, birbiri arka sıra inkişafa başlıyor, sizde birbiri üstünde üç zulmet inkışaa başlayacaktır. Şu perde-i müstebidane yırtılacak, takallüs edecek, ben de gelip burada medresemi yapacağım.
Dedi:
-Heyhat! Şaşarım senin ümidine.
Dedim:
-Ben de şaşarım senin aklına. Bu kışın devamına ihtimal verebilir misin? Her kışın bir baharı, her gecenin bir neharı vardır.
Dedi:
-İslâm parça parça olmuş.
Dedim: -Tahsile gitmişler. İşte Hindistan, İslâm’ın müstaid bir veledidir, İngiliz mekteb-i idadîsinde çalışıyor. Mısır, İslâm’ın zeki bir mahdumudur, İngiliz mekteb-i mülkiyesinden ders alıyor. Kafkas ve Türkistan, İslâm’ın iki bahadır oğullarıdır, Rus mekteb-i harbiyesinde talim alıyor, ilâ âhir.
Yahu şu asilzade evlâd, şehadetnamelerini aldıktan sonra, herbiri bir kıt’a başına geçecek, muhteşem âdil pederleri olan İslâmiyet’in bayrağını, âfâk-ı kemalâtta temevvüc ettirmekle, kader-i ezelînin nazarında feleğin inadına, nev’-i beşerdeki hikmet-i ezeliyenin sırrını ilân edecektir.
İşte hikâyemin yarısı bu kadar.
Neme lâzım ve nefsî nefsî dediren halet-i ruhiyeyi, bir temsil ile beyan edeceğim:
Felekzede, perişan {(*): Demek ﺍَﻟﺪُّﻧْﻴَﺎ ﺳِﺠْﻦُ ﺍﻟْﻤُﺆْﻣِﻦِ ﻭَ ﺟَﻨَّﺔُ ﺍﻟْﻜَﺎﻓِﺮِ mecaz değilmiş.}
fakat asil bir aşiretten bir cesur adam ile; talii yaver, feleği müsaid, diğer bir aşiretten bir korkak ile bir yerde rastgelirler. Müfahere, münazara başlar.
Evvelki adam başını kaldırır, aşiretinin zelil olduğunu görür, izzet-i nefsine yediremez. Başını indirir, nefsine bakar, bir derece ağır görür. Eyvah! O vakit “Neme lâzım, işte ben, işte ef’alim” gibi şahsiyatla yaralanmış gururu feryada başlar. Veyahut o aşiretten çekilip veya asılsızlık gösterip, başka aşirete intisab eder.
İkinci adam başını kaldırdıkça aşiretinin mefahiri gözünü kamaştırır, hiss-i gururunu kabartır, nefsine bakar gevşek görür. İşte o vakit, hiss-i fedakârî fikr-i milliyet uyanır; “Aşiretime kurban olayım” der.
Eğer bu temsilin remzini anladınsa, şu müsabaka ve mücadele meydanı olan bu cihan-ı ibrette, bir Müslim -meselâ- bir Hristiyan veya bir Kürd, bir Rum ile manen hissiyatları mübareze-i hamiyette mukabele ve muvazene ile tezahür etse, temsilin sırrını göreceksin. Lâkin şu tefavüt, herkesin zannettiği gibi değildir. Belki zahirperestlik ve sathîlik ve galat-ı histen gelmiştir. Ey Müslüman!
Aldanma! Başını indirme! Paslanmış bîhemta bir elmas, daima mücella cama müreccahtır. Zahiren olan İslâmiyetin za’fı, şu medeniyet-i hazıranın, başka dinin hesabına hizmet etmesidir. Halbuki şu medeniyet suretini değiştirmesi zamanı hulûl etmiştir. Suret değişirse, kaziye bilakis olur. Nasıl şimdiye kadar bidayetinde söylenildiği gibi, nerede Müslüman varsa Hristiyana nisbeten bedevi, medeniyete karşı müstenkif ve soğuk davranır ve kabulünde ızdırab çeker. Suret değişse başkalaşır. ﻛُﻞُّ ﺍٰﺕٍ ﻗَﺮِﻳﺐٌ ٭ ﺍِﻥَّ ﻣَﻊَ ﺍﻟْﻌُﺴْﺮِ ﻳُﺴْﺮًﺍ
SAİD NURSÎ (R.H.)
Risale-i Nur Külliyatından
Sünuhat [63]