Vefatının sene-i devriyesi vesilesiyle…

ASRIN İMAMI ve ULVÎ MÜCEDDİDİ, BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ

KİMDİR…

sorusu talebe namzetleri için,

üstadını vasfetme fevkiyetinde olmadıklarından bilâhîre cevapsız kalır…

Her tarıkın mesleği , o yolun hatveleri, yani adımları vardır…

Mesleğimiz sahabe olduğundan,

fenaf’il-ihvan, fenâf’il-üstâd, fenâf’il dava ve fenâf’il- Resül ıslahatı,

Nur mesleğinin bu nurlu yolda zorlu müşküllerinin anahtarıdır…

Sahabe Efendilerimiz, ilk talebeler, ilk varisler, Server’in den ışığını alan ilk yıldızlardır!..

Bütün hak yolların başında olduklarından,

zaman mekan olmadan o yollara nurani ışıklarıyle rehber olurlar…

Meselâ;

Peygamberimiz()’in ahlâkını soran kimselere Hz. Aişe’nin:

“Siz hiç Kur’an okumuyor musunuz? Peygamberimizin ahlakı, Kur’an’dı.”

(Müslim 1/514 Hadis no: 746)

Demesi ‘Said Nursî kimdir’,

sorusu karşısında aczimize ve müşkülümüze;

“siz hiç NURLAR’ı okumuyor musunuz…”

sorusu ile kapı açıyor…

Evet, tabi ki kişiyi en iyi anlatan şey eserleridir…

Üstadımız için de Nurlar,şahs-i manevisini her göze ve akla,

hatta izan sahibi her insana gösteren nice Nuranî delillerle doludur

Osman Yüksel Serdengeçti, 50’li yıllarda

Bediüzzaman Said Nursi’nin hayatını şu muhteşem cümlelerle özetlemişti:

“Said Nur, üç devir yaşamış bir ihtiyar.

Güngörmüş bir ihtiyar…

Üç devir: Meşrutiyet, İttihad ve Terakki, Cumhuriyet.

Bu üç devir büyük devrilişler, yıkılışlar, çökülüşlerle doludur.

Yıkılmayan kalmamış! Yalnız bir adam var. O, ayakta.”

(tarihçe-i hayat)

Ortadoğu’daki İslam Âlimleri tarafından

kitleleri manevi yola sürükleyebilecek kudsi kuvvete ve ilmi dirayete sahip

olan âlim anlamına gelen “İmam” ünvanı verilen

Bediüzzaman Said Nursi(r.a) Hazretlerini tanımak, ancak bu 3 devirde ki eserlerinde

görmekle mümkün olabilir;

Eski Said Dönemi Eserleri :

-İlk eseri : 1899 yılında telif etmiş olduğu “Kızıl İcaz”dır

-İkinci kitabı : 1909 yılında telif ettiği “İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi” dir.

-Üçüncü eseri : Meşrutiyetin ilanıyla vermiş olduğu nutuk

ve bir kısım makalelerinin derlenmiş olduğu 1910 yılında telif edilen “Nutuk” isimli eseridir.

Bundan sonra;

-1911 yılında “Münazarat” ,“Hutbe-i Şamiye” daha sonra da “Muhakemat

-1912 yılında “Devaü’l- Yeis Zeylinin Zeyli”,

-1913 yılında “Talikat”,

-1914-1916 yılları arasında telif edilip 1918’de basılmış olan “İşaratü’l İ’caz”,

-1919 yılında “Tarihçe-i Hayat” sonra da “Nokta” isimli eseri,

-1920 yılında sırasıyla “Hutuvat-ı Sitte”, “Sünuhat”, “Rumuz”, “Şuaat”, “Tuluat”, “İşarat”,“Hakikat Çekirdekleri 1

-1921 yılında “Hakikat Çekirdekleri 2” ve “Lemeat” isimli eserleri yayınlanmıştır.

ESKİ SAİD döneminden Yeni Said Dönemi’ne geçiş olarak kabul edebileceğimiz 1922-1926 yılları arasında da arapça olarak “Mesnevi-i Nuriye” isimli eserini telif

etmiştir.

“Kızıl icaz da geçen vecizeler…

“Bilmiş ol ki ey kardeşim! İlim bir gıdadır.

Ve mutlaka hazmedilmesi gerekir.

Rahvan bir at gibi acele koşan zihin hakikatlerin üzerinden kayarak geçer.

Ve hakikatler o zihnin elinde parçalanır.

Orada sabit durmaz. Ve zihinden çıkar gider.

Daha sonra zihin, hakikatlerin tamamını değil,

sadece büyüme ve yeşerme kabiliyetini kaybeder.

Bazı parçalarını kendinde toplamaya çalışır.

Hazmedilemediğinden yeşermez.

ve zihin sadece o hakikatleri kusar.

ve bazen de kokuşur.

Sathî zihinlilik başımıza gelen en şiddetli hastalıktır

Ey bu eserime nazar edenler!

Zihinleri dikkate teşvik etmek için bu risalede îcaz,

yani az sözle çok mana yolunu tercih ile sizi yordum”“(Kızıl icaz)

Bu örnekte olduğu gibi bu Eski Said dönemi ilmi çalışmaların ağırlıklı olduğu dönem olmuştur…

Bu dönem siyasi ve içtimai konularla yakından ilgilenen

ve içtimai hastalıklara reçeteler mahiyetinde eserler yazan Eski Said’in,

sanki, asırların getirdiği bütün siyasal ve sosyal meseleleri bir ilmi çerçevede,

itikâdî ve islami hal yollarıyle yeniden ilmi bir inşa,

ve çözüme yönlendirdiği görülmektedir…

Muhatap da ilmi seviyesi yüksek talebelere hitap tarzındadır…

Eski Said’in yüksek derece bir şecaati vardır. Bu sebeple hiçbir şeyden zerre kadar korkusu yoktur.

“Hukuk-u diniye ve dünyeviyesi için canını feda eder,

meşru olmayan şeylere karışmaz.” ( İşaratü’l İ’caz, s. 29)

diye tarif edilen şecaatin hakikatini Eski Said en mükemmel bir şekilde hayatına yansıtmıştır.

Bu yıllarda birinci dünya savaşına katılmış, yaralanmış, gazi olmuş, esir düşmüş,

esaretten 2 yıl sonra kurtulmuş, memlekete dönmüştür..

Yeni Said” dönemine ait eserlere ise “Risale-i Nur” ismi verilmiştir.

Bu ismin veriliş sebebi Bediüzzaman(r.a) tarafından şöyle açıklanmıştır:

Otuz üç adet sözlerin, otuz üç adet Mektubatın mecmuuna

Risaletü’n-Nur namı verilmesinin sırrı şudur ki:

Bütün hayatımda “nur” kelimesi her yerde bana rast gelmiş.

Ezcümle: Karyem Nurs’tur. Merhum Validemin ismi Nuriye’dir.

Nakşı üstadım Seyyid Nur Muhammed’dir. Kadiri üstadım Nureddin;

Kur’an üstadlarımdan Nuri;

talebelerimden benimle en ziyade alâkadar Nur isimli bulunanlardır.

Kitaplarımı en ziyade izah ve tenvir eden nur misalidir.

Kur’an-ı Hakim’deki en evvel aklıma, kalbime parlayan ve fikrimi meşgul eden (Nur) âyetidir.

Hem Hakaik-i İlahiyede müşkilatımın ekserisini halleden,

Esmaü’l-Hüsna’dan Nur İsm-i Nuranisidir.

Hem Kur’an’a şiddet-i şevk ve inhisar-ı hizmetim için

hususi üstadım –Osman-Zinnureyn’dir.”(Barla lhk.)

İKİNCİ SAİD, Kur’an’ın ilhamatına mazhardır!..

“Bazan Güneşin zâtına,

bazan da suda tecelli eden sûretine bakmakla

Güneşin sûreti gözde meydana geldiği gibi,

Levh-i Mahfuz’dan âlemin hakîkati ve sûreti –safayı- kalpte hâsıl olur!..

(Safayı kalp sahibleri

“Âlimler, nebîlerin varisleridir” (tirmizi) hadis-i şerifinin mazharı,

asrın imam ve halifesi olan Müttâkî ve Muhsinlerdir.)

Kendisi ile Levh-i Mahfuz arasındaki perde

kalktığı zaman, oradaki eşyayı görür

ve oradan kendisine ilim -ilhamnebean (pınar gibi kaynar) eder!..

(İhya-Gazali)

Hz. Bediüzzaman (k.s) nin, nazarını gayba dikip;

“yaz keçeli, otuz üçüncü söz otuz üç penceredir!..”

diyerek ilgili risaleyi

veya diğer risaleler de olduğu gibi,

gayet kısa, kolaylıkla ve mükemmel, hatasız bir şekilde,

bir defa da, telif ettirmesi bu kabildendir!..

Risale-i Nur’ların tetkikinde şu hakikat açıkça görülür ki;

Nurlar’da geçen hiçbir söz veya vecize yoktur ki,

hadis bi’l-mana veya ayet bi’l-mana olmasın!..

İşte bu hakikat NUR’larınmüellifinin,

Kur’ana ve Hadis-i Şeriflere ‘mazhariyetteki fevkıyetini’ gösterir.!…

Zaten o da

“Yâ İlâhî ve yâ Rabbî,

Ben imanın gözüyle ve Kur’ân’ın talimiyle ve nuruyla

ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın dersiyle

ve ism-i Hakîm’in -ve Rahim’in- göstermesiyle görüyorum ki,..”

(3.şua) diyerek dersine başlıyor…

Bu demektir ki, Kur’an’dan talim ve nur,

Nebiyy-i Muhterem(ﷺ)’den ders almak,

âlî bir velayet, kamil bir imamet,

imani ve itikadi meselelerde zamana çözüm getirmek,

asra MÜCEDDİDİYET vasfı gerektirir!..

Müceddidiyet tecdidden gelir;

mESELÂ

Bazı Batılı filozoflar, her şeyin merkezine ‘AKLI’ aldılar

ve sadece aklın ürünü olan hususlara itibar ettiler.

Aklı sabit kabul ederek semavî kitap ve dinleri onun etrafında gezdirdiler.

Halbuki Said Nursi (r.a)

“’İnsanın düşünce dünyası sabit olamaz…

Düşünce dünyası hem kendi ekseni etrafında döner,

hem de vahiy güneşinin etrafında döner.” (Bediüzzaman)

diyerek

insan düşüncesinin olması gereken asıl yerini tespit etmiş,

aklı yal­nızlık ve karanlıktan kurtararak aydınlatmış ve rahatlatmıştır!..”

Üstadımız ifadesiyle bu “Rabıta-i Kur’an” dır!..

Mürşid-i Ekber olan Kur’an’ güneş ,

akıl da dünya gibi teşbih edilmiştir…

İmam-ı Rabbani Hz.(r.a) dediği gibi;

Nasıl ki gözümüz varlığı, zahiri alemimizi aydınlatan güneşin yardıyle görür,

tanır, istifade eder,

Aynen öyle de, kalp gözümüz de,

Batınî Alemimizi, ‘Nübüvvet’ nuruyle görür, bilir,idrak eder,

îlme’l, âyne’l, hakke’l-yakîn bir iman ile Basiret kazanır!..

Risale-i Nur hakkında bu ifadelere eklenecek düşünce dünyasın da,

daha büyük bir TECDİD vazifesi var ki;

Üstadımız bunu SAHABE MESLEĞİ olarak tabir etmiş olup,

‘HER İKİ NAZARI BİRLEŞTİRMİŞ’tir!..

Bunun adı ‘MANA-İ HARFİ’yle nazar etmektir!..

Zira Risale-i Nur, ‘EVVEL, AHİR, ZAHİR, ve BATÎN’ sıfatlarının tecellilerinde

Varlığın mahiyetini müşahede eder!..

Bir sahabe bir iman hakikatine mazhar olduğu zaman,

nasıl zahiri ve batıni hasselerinde aynı anda marifet kesbedebiliyorsa,

bir nur talebesi de, –sünnete ittiba dairesinde

“Evet, Kur’ân’dan, hakikat-i tarikati, tarikatsiz feyiz suretiyle gördüm

ve bir parça aldım…. Serîüsseyir olan bu zamanın evlâdına,

kısa ve selâmet bir tarîki ihsan etmek rahmet-i hâkimenin şânındandır.”

(Mesnevi-i Nuriye,10.risale) hakikatince;

bir iman hakikatinin,

enfüsî” ve ” âfâkî” seyrini MANA-İ HARFİ’ bir nazar da birleştirerek,

İmanın ‘îlme’l, âyne’l, hakke’l-yakîn’ mertebelerinde

anlayabilir, tanıyabilir

Şöyle ki;

Batı felsefesinde, eskiden kullanılan ‘parçala ve yok et’ tekniği yerine,

“…Allah’ın ipine sımsıkı sarılın ve ayrılığa düşmeyin” (âl-î imrân,103)

Ayet-i kerimesi gereğince;

“Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilaftır.

Bu üç düşmana karşı sanat, marifet, ittifak silahıyla cihad edeceğiz!..”

artık günümüzde ‘üret ve birleştir’, marifet ve uhuvvet düsturunu göstermiştir!..

Said Nursi (r.a) bu minvalde,

Müminler Kardeştir.” (huccurat,10)

vahy-i ilahisi’nin ışığında;

akılların benlik ve ırkçılık egosuyla ‘parçala ve yok et’ teknik marazına karşı;

“Müminlerde, nifak ve şikak, kin ve adâvete sebebiyet veren tarafgirlik

ve inat ve haset, hakikatçe ve hikmetçe ve insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyetçe

ve hayat-ı şahsiyece ve hayat-ı içtimaiyece

ve hayat-ı mâneviyece çirkin ve merduttur,

muzır ve zulümdür ve hayat-ı beşeriye için zehirdir.”(22.mektup)

Batının insanları kendi inanç ve kültüründen soyutlayıp,

‘üret ve birleştir felsefesi ile’; küresel materyellere dönüştürme zehirine karşı;

“Evet, tevhid-i imanî, elbette tevhid-i kulûbu ister.

Ve vahdet-i itikad dahi, vahdet-i içtimaiyeyi iktiza eder.”(22.mektup)

diyerek vahy-i ilahi olan, ümmet bilincini derman eylemiştir!..

Meselâ;

Türk edebiyatının usta kalemi Cemil Meriç, Said Nursî (r.a) için;

“Tanzimat`tan bu yana, İslâm tefekkürünü temsil makamında,

bir tek onu tanıdım.

Başka hiçbir şahsiyet, bu makamı dolduramıyor, hakkını veremiyor” diyor.

Kader Risalesi(26.söz) hakkında

Said Nursî, İslâm irfanının,

cihanşümûl hakikatlerini küçük bir risâlede toplamış. Dinleyelim…”

“Üstâd (Bediüzzaman), şimşek pırıltıları ile aydınlanan

bu karanlık bölgelerde

(bir çok alimin içinde kaybolduğu Kadere iman meselelerinde)

büyük bir güvenle dolaşıyor!..”

(Bu Ülke,s.247)

Şahs-i manevisi hakkında da;

“İslâm tefekkürünü temsil eden Bediüzzaman`ın celâdeti,

taşıdığı sağlam îmanın tezahürüdür.

“Said-i Nursî, bir kavga adamı.

Yalçın bir irade, taviz vermeyen bir mizaç, tefekkürden çok iman…”


(Bu Ülke, s.247)

Said Nursi(r.a) kelâmcıların ulûhiyyeti ispatta kullandıkları hudûs delilini eleştirir.

Kelâmcılar, teselsül ve devrin imkânsız olduğunu savunmak suretiyle Allah’ın varlığını ispat etmeye çalışmışlardır.

Halbuki anlaşılması zor bu teorik takrirlere mukabil,

Kur’an’ın mahlûkatı ve onlardaki hikmetleri gözler önüne seren yöntemi

amaca daha kolay ulaşmayı sağlar ve herkesi tatmin eder. (a.g.e., s. 503).

Her güzde ve her baharda büyük bir âlem vefat eder

ve taze bir âlem vücuda gelir. Ve o vefat ve hudûs o kadar muntazam cereyan ediyor

ve o vefat ve hudûsta, gayet intizam ve mizanla o kadar nevilerin vefiyatları ve hudûsları oluyor ki,

güya dünya öyle bir misafirhanedir ki,

zîhayat kâinatlar ona misafir olurlar ve seyyah âlemler

ve seyyar dünyalar ona gelirler, vazifelerini görürler, giderler.”(şualar)

meselâ;

“…bu muvakkat dünyada o hikmet, o adalete lâyık binden biri,

insanda icra edilmiyor, tehir ediliyor.

Ehl-i dalâletin çoğu ceza almadan,

ehl-i hidayetin de çoğu mükâfat görmeden buradan göçüp gidiyorlar.

Demek bir Mahkeme-i Kübrâya, bir saadet-i uzmâya bırakılıyor.”(10.söz)

Vecizeleri,

“Herkes ölümü tadacaktır;

yaptıklarınızın karşılığı size eksiksiz olarak ancak kıyamet gününde verilecektir.”

(Âl-î İmrân,185)

ayet-i kerimesinin mukni bir ayet bi’l-mana tefsiri örneklerindendir…

ve yine;

BİSMİLLÂH her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız.

Bil, ey nefsim, şu mübarek kelime, İslâm nişanı olduğu gibi, bütün mevcudâtın lisan-ı haliyle vird-i zebânıdır.

Bismillâh ne büyük, tükenmez bir kuvvet, ne çok, bitmez bir bereket…” vecizeleri,

Peygamber Efendimiz():”Besmele her kitabın anahtarıdırbuyurmuşlardır.

Ve yine: “Besmele ile başlanmayan her iş güdüktür ifade-i müberekesinin bir hakikati değil midir…

“Kesin olarak iman edenler için yeryüzünde ve kendi nefislerinde nice deliller vardır. Hâlâ görmez misiniz?” (Zâriyât, 51/20-21)].

“Rabbimizi bize tarif eden üç büyük, küllî muarrif var:

Birisi şu kitab-ı kâinattır ki,

Birisi Hâtemül-Enbiyâ Aleyhissalâtü Vesselâmdır.

Birisi de Kurân-ı Azîmüşşandır.”

Yine;

Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku…

Yoksa hayvan ve camid hükmünde insan olmak ihtimali var!”(33.söz)

Vecizesi;

Kendini bilen Rabbini bilir” (ibni Ârabi)

(Aclunî, 2/262) kuds-i hadisi, hadis bi’l-mana misallerindendir…

Tabiiyyunun münkir kısmının gittikleri yolun içyüzü ne kadar akıldan uzak ve ne kadar çirkin ve ne derece hurafe olduğu,..”

Tabiat Risalesi, İbrahim Suresindeki

“Peygamberleri onlara dedi ki:

Gökleri ve yeri yoktan var eden Allah hakkında şüphe olur mu?”

ayetinden hareket ederek

‘Allah hakkında şüphe olmaz ve olmamalı’

der ve neredeyse yüz yıl önce içimize atılan dinsizlik,

imansızlık tohumunun imkansızlığını ispat eder.

Ateizm, materyalizm ve evrim benzeri iddialara karşı

Allah’ın varlığını iki kere iki dört eder derecesinde görmek

ve başkalarına göstermek için,

Ey insan!

Bil ki, insanların ağzından çıkan ve dinsizliği işmam eden dehşetli kelimeler var…

Ehl-i imanı, bilmeyerek istimal ediyorlar.

Bunların mühimlerinden üç tanesini beyan edeceğiz:

Birincisi: “Evcedethü’l –esbab” yani Esbab bu şeyi icad ediyor.

herbir zihayat, elbette bir macundur ve her bir nebat, hayattar bir tiryak gibidir ki

çok müteaddit eczalardan, çok muhtelif maddelerden terkip edilmiştir.

Eğer esbaba, anasıra isnad edilse

ve “esbab İcad etti” denilse;

aynen eczahanedeki macunun, şişelerin devrilmesinden vücud bulması gibi,

yüz derece akıldan uzak, muhal ve batıldır.

İkincisi: Teşekkele bi nefsihi” yani kendi kendine teşekkül ediyor, oluyor, bitiyor.

Eğer her şey, Vahid-i Ehad olan Kadir-i Zülcelal’e verilmezse,

belki esbaba isnad edilse, lazım gelir ki âlemin pek çok anasır ve esbab-ı,

her bir zihayatın vücudunda, müdahalesi bulunsun.

Hâlbuki sinek gibi bir mahlûkun vücudunda,

kemal-i iltizam ile gayet hassas bir mizan ve tamam bir ittifak ile muhtelif

ve birbirine zıt, mübayin esbabın içtimaı,

o kadar zahir bir muhaldır ki, sinek kanadı kadar şuuru bulunan,

“Bu muhaldır, olamaz!” diyecektir” (lem’alar)

Üçüncüsü: “İktezathü’t-tabiat” yani, tabiidir. Tabiat iktiza edip icad ediyor.

hadsiz ve câmid ve cahil,

mütecaviz, şuursuz, karmakarışıklık içinde kör, sağır esbab-ı tabiiyenin

karmakarışık ellerine,–hadisiz imkânat yolları içinde,

içtimâ ve ihtilaf ile o esbabın körlüğü, sağırlığı, ziyadeleştiği halde—

o muntazam, mevzun ve vâhid bir mevcudu onlara isnat etmek,

yüz muhali birden kabul etmek gibi akıldan uzaktır.” (lem’alar)

Ve netice olarak;

Bir mevcudun vahdeti varsa, elbette bir vâhidden, bir elden sudûr edebilir.

(lem’alar)

diyerek Bir VAHİD olan Allah’a imanı ispat eder!..

Miraç konusun da ise,

kısa bir girişten sonra dört ana soruyu açıklar.

Bu sorular Miracın sırr-ı lüzumu nedir?,

Hakikat-i Mirac nedir?,

Hikmet-i Mirac nedir?,

Miracın semerat ve faidesi nedir?

Sorularına cevap verirken, çok önemli bir sorunun cevabı da, sormadan açılır;

“Ve o sohbette hissedâr olan Hazret-i Cebrail(a.s), Emr-i İlâhî ile o gece

“Şehadet ederim ki; Allah birdir O’ndan başka ilâh yoktur.

Ve yine Şehadet ederim ki; Muhammed (ﷺ)O’nun kulu ve Resulû’dür.”

demesi, bütün ümmet kıyamete kadar böyle şehadet edeceğini ve böyle diyeceklerini

mübeşşirâne haber verir.

Demek ki; her Müslümanın şahadeti bile miraç hakikatine dayanıyor!..

Ve yine;

tahiyyatın yani ‘Ettâhyatû’nun

okunması hanifi mezhebine göre vacip, şafiî mezhebine göre farzdır!..

Bu durum da; Mirac’a inanmayan birinin namazdaki teşehhüdünün

teslimiyet ve şehadetinin tasdiki geçerli olabilir mi?..

ve yine;

“Öyle de,-o gecede- Resul-i Ekrem (), o selâma mukabil

-Ey Rabb’imiz!- Selâm bize ve Allah’ın sâlih kullarının üzerine olsun….”(6.Şua)

diyen ve ümmetini o ulvi makamda bile unutmayıp,

Allah’ın selamını ümmetiyle beraber alan,

öyle müşvik, öyle şefkatli bir NEBİ’()nin,

Âlemlere Rahmet Selâmına uzak kalmak,

duymamak,

hissedar olmamak, bedbahlığın ta kendisi değil midir!..

Neden bir cüz-ü hakikat-ı imaniyeyi inkâr eden kâfir olur

ve kabul etmeyen Müslüman olmaz?..” (11.şua)

sorusuna miraç hakikatiyle, mukni bir cevap vererek,

İmanın, altı rüknünden çıkan öyle bir vahdânî hakikattir ki, tefrik kabul etmez.

Hükmünü ispat etmiş olur!..

Said Nursî (r.a)Hazretlerinin “Mu’cizat-ı Ahmediye ve Kur’âniye Mecmuası” adını verdiği,

bu vatan ve milletin temel taşını muhafazaya pek tesirli bir surette hizmet eder

dediği ve 1951’de İslâmı tebliğ adına

Vatikan Papalık makamına da gönderdiği Zülfikar Risalesi,

Risale-i Nur Külliyatı’nın muhtelif yerlerinde

Zülfikar Risalesine çokça atıfta bulunan Said Nursî Hazretleri,

temel olarak “Peygamberimiz (ﷺ), Kur’ân ve Haşir” konularını ihtiva eden bu eseri için

üç rükn-ü imanîyi harika bir tarzda ispat eder” demiştir.

her meseleyi çağımızın idrakine en güzel şekilde anlattığı ve tarif ettiği gibi, bahsimiz olan

Sahabe Efendilerimizi de en güzel şekilde anlatmış;

onların ne derece âli bir makam ve fazilet sahibi olduklarını

harikulâde bir tarzda izah ve beyan ederek nazarlara sunmuştur.

Sözler adlı eserinde de,

Sahabe-i Kiramın mahiyetini ve kudsiyetini şöylece özetlemektedir:

“Sure-i Feth’in ahirinde sitayişkârane tavsifat-ı Rabbaniyeye mazhar

ve Tevrat ve İncil ve Kur’ân’ın medh ü senasına mazhar olan sahabelere,

fazilet-i külliye nokta-i nazarında yetişilemez.

Sahabelerin sohbeti, Nübüvvet-i Ahmediye () nuruyla, yani Nebi olarak

O’nunla() sohbet ediyorlar.

Evliyalar ise, vefat-ı Nebevîden sonra Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı görmeleri, velâyet-i Ahmediye () nuruyla sohbettir.

Bütün hissiyatları uyanık ve letaifleri hüşyar olan sahabeler,

envâr-ı imaniye ve tesbihiyeyi câmi’ olan kelimat-ı mübarekeyi dedikleri vakit,

kelimenin bütün manasıyla söyler ve bütün letaifiyle hisse alırlardı.

İşte bundandır ki, kırk dakikada bir sahabenin kazandığı fazilete

ve makama, kırk günde, hattâ kırk senede başkası ancak yetişebilir.”

(sözler)

“Sana ruh hakkında soru soruyorlar. De ki:

“Ruh, Rabbimin emrindendir.

Size pek az ilim verilmiştir.” (İsrâ, 17/85)

-Said nursi (r.a) Nur Külliyatında da ruhun âlem-i emirden gelmiş hayat sahibi,

şuur sahibi ve haricî vücut giydirilmiş bir kanun olduğu ifade etmiştir.

Hatta ruhun maddi alemini beyin,

manevi alemini de vicdan ve anasırları vasıtasıyle

idare ve irade ettiğini,

bu sebeple ruhun, Allah’ın varlığına ait, enfüsi deliller den biri olduğunu

31. Sözde örnek ve kıyaslarla delillendirir.

HAŞİR bahsini ise;

“Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine:

Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor?

Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltecektir;

O herşeye hakkıyla kàdirdir.” (Rum,50) ayeti kerime’sinin nurani ilhamatıyle;

“Madem bu kâinatın en mühim neticesi ve mâyesi ve hikmet-i hilkati hayattır.

Elbette o hakikat-i âliye,

bu fani, kısacık, noksan, elemli hayatı dünyeviyeye münhasır değildir.,,

Belki hayatın hassasiyle mahiyetini azameti anlaşılan şecere-i hayatın gayesi neticesi

ve o şecerenin azametine layık meyvesi hayat-ı ebediyedir.

Hayat-ı uhreviyedir. Taşıyla ve ağacıyla toprağıyla

hayattar olan dar-ı saadetteki hayattır.

Devamında konuyu doğal bir ifade ile haşirde ruhların cesetlere, gelmesi var,

hem cesetlerin ihyası var, hem cesetlerin inşası var.”(10.söz)

diyerek bu zor konuyu üç mesele halinde şöyle açıklamıştır.

Bediüzzaman (r.a)

insanı bu mertebeden en üst mertebelere kadar çıkaran manevi değerin ve nimetin

iman olduğunu şöyle ifade etmektedir:

İman, insanı insan eder. Belki insanı Sultan eder.

Öyle ise insanın vazife-i asliyesi, iman ve duadır.

Küfür, insanı gayet âciz bir canavar hayvan eder!..(sözler)

(Resulüm!) “De ki: Duanız olmasa ne ehemmiyetiniz var.”(Furkan,77)

Ayetinin nuraniyetinde;

“Cevap vermek ayrıdır, kabul etmek ayrıdır.

Her dua için cevap vermek var; fakat kabul etmek, hem ayn-ı matlubu vermek

Cenab-ı Hakk’ın hikmetine tabidir.

Mesela, hasta bir çocuk çağırır:

Ya Hekim! Bana bak

Hekim “Lebbeyk” der

“ne istersin?” Cevap verir.

Yahut onun maslahatlarına binaen ondan daha iyisini verir.

Yahut hastalığına zarar olduğunu bilir, hiç vermez.

İşte Cenab-ı Hak, Hâkim-i mutlak hazır nazır olduğu için abdın duasına cevap verir.

…Demek dua, bir sırr-ı ubudiyettir.

Ubudiyet ise, halisen livechillah olmalı.

Yalnız aczini izhar edip dua ile iltica etmeli.

Rububiyetine karışmamalı.

Tedbiri ona bırakmalı. Hikmetine itimat etmeli. Rahmetini ittiham etmemeli.”(sözler)

Diyerek duanın ehemmiyetini örneklere izah eder…

Birinci sözden onuncu söze kadar olan bahislerde ki misallerin

İbrahim aleyhisselam’a gelen suhuflara ait olması da, ayrıca nurani bir irşad etkisindedir.

Ve yine 22. Sözde,

hiristiyanların teslis inancın da olduğu gibi, amiyane tevhid anlayışının da çalınabilir olması gibi ilginç ve isabetli bir nazarla tahkiki imanın şart olduğunu savunur…

Ve daha nice Nurlardaki, imani ve itikadi bahislerle, her biri bir ‘cennet bahçesi’ olan,

ilim meclislerinin meftun ve müyesser tabileri olarak,

o sohbet ve derslerde feyyz-i mesrur olunur!..

ÜÇÜNCÜ SAİD;

Yeni durumu Bediüzzaman Said Nursi şöyle yorumlamıştır

“Üçüncü bir Said ve bütün bütün târik-i dünya olarak zuhuruna bir işaret tahmin ediyorum.

Demek Nurlar ve kahraman şakirtleri benim vazifelerimi yapacaklar;

daha bana hiç ihtiyaç kalmamış.

Zaten Nurun her bir câmi cüz’ü ve sarsılmayan hâlis şakirtlerinin her birisi, benden daha mükemmel ders verir.” [A.g.e., s. 453).

Bu ifadelerden anlaşıldığı üzere Risale-i Nur hizmetinin sorumluluk gerektiren ağır yükünün sâdık Nur talebeleri tarafından omuzlandığı

ve Bediüzzaman’ın vazifelerine talebelerine emanet ettiği Üçüncü bir dönem başlamıştır.

“Üçüncü Said” devri de Risale-i Nur hizmetinin çok daha farklı boyutlara ulaştığı, özellikle üniversiteli gençlerin bu eserlere yöneldiği

ve külli bir inkişafın yaşanmaya başladığı bir sürecin işaretidir.

Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayat’ında Üçüncü Said devrinin hakikati, talebeleri tarafından şöyle yorumlanmıştır:

“Afyon hapsinden sonra Üstad –kendi tabirince– bir nevi Üçüncü Said olarak görünüyordu.

Çünkü bundan sonra hizmet-i Nuriye başka safhalarda tezahür edecekti;

külli bir inkişaf olacaktı. Üstadın hizmetine koşan

ve Nur hizmeti için yanına gelenler, bilhassa mektepli gençlerdendi.

.[ Tarihçe-i Hayat, s. 525]

Üçüncü Said, talebelerinden –tesanüdlerini muhafaza ederek- üstatlarının vazifesine hakiki varis olmalarını istemiştir.[ A.g.e., s. 417]

Üçüncü Said’in diğer bir vasiyeti ise kabrinin yeridir. Kabrinin gizli bir yerde olması gerekliliğini vasiyetinde şöyle bildirmiştir:

“Benim kabrimi gayet gizli bir yerde, bir iki talebemden başka hiç kimse bilmemek lâzım geliyor. Bunu vasiyet ediyorum.

Çünkü dünyada sohbetten beni men eden bir hakikat, elbette vefatımdan sonra da o hakikat bu surette beni mecbur ediyor.[A.g.e., s. 420, 421]

Üçüncü Said’in talebelerine vasiyetinde –ayrıca- şu dersler de vardır:

1-Kendisinin maddi ve manevi her şeyden feragat mesleğinden ayrılmama,

2- Yalnız ve yalnız Allah rızası için çalışma,

3-Bütün haksızlıklara ve haksız hareket edenlere karşı bütün haklarını helal etme,

4-Eza ve cefa edenlere karşı zerre kadar intikam emeli beslememe,

5- Risale-i Nur’a sadakat ve sebatla çalışma[ A.g.e., s. 318.]

NURLU HİZMET com.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir