“ACZ, ELİNİ NEFİSTEN ÇEKSE,
DOĞRUDAN DOĞRUYA KADÎR-İ ZÜLCELÂLE VERİR.”
“Şu acz, fakr, şefkat, tefekkür tarikindeki
Dört Hatvenin izahatı, hakikatin ilmine, şeriatin hakikatine,
Kur’ân’ın hikmetine dair olan yirmi altı adet Sözlerde geçmiştir.”
(26.söz)
1. sözden 10 söze kadar iki kişinin yolculuklarında yaşadıkları
ve neticede hakikate vasıl oldukları,
diğer sözlerde ise,
Allah’ın varlık, birlik kudretine istinad ettikleri,
gaye ve marziyatının ulviyetini idrak edip, emir ve yasaklarına inkiyad ederek,
şahadetlerini şuhud mertebesinde zikrettiklerine mukni bir şekilde takip ettik, anladık…
“Yalnız, şurada bir iki noktaya kısa bir işaret edeceğiz.
Şöyle ki:
Evet, şu tarik daha kısadır. Çünkü dört hatvedir.
Acz, elini nefisten çekse, doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelâle verir.
Halbuki,
en keskin tarik olan aşk, nefisten elini çeker, fakat mâşuk-u mecazîye yapışır.
Onun zevâlini bulduktan sonra Mahbûb-u Hakikîye gider.”
(26.söz)
Aşk ile giden yol,
Risale-i Nur’dan önce ekser ehli velayetin gittiği tasavvuf yoludur.
Tasavvuf yolunda mürid nefsinin kusurlarını, ayıplarını,
eksiklerini gördüğü için nefsinin muhabbete layık olmadığını bilir
ve direkt muhabbete layık olarak, ehli kemalat olarak şeyhini görür,
nefsini şeyhinde eritmeye çalışır.
Onun için hedef hakiki kemal sahibi olan bir zatta kendini yok etmektir.
Şeyhinde fani olduktan sonra tarikatının pirinde,
gavsında fani olmaya terakki eder.
Zaman mekan kaydı ruh için olmadığından mürid pirinde fani olma eğitimi alır,
hadiselerle hizmetiyle sadakatiyle vs. mihenge vurula vurula Pir’inde fani olur.
Bundan sonra Rasulullah(ﷺ) Efendimizde fani olma noktasına terakki eder,
yani Rasulullah(ﷺ) Efendimiz bizzat kendisini eğitiyor gibi
çok ince bir mihenkle her halini sünnete uygun
ve uyanık geçirmeye, sünnet ölçüleriyle hareket etmeye terakki eder.
Bundan sonra Fenafillah makamıdır ki, Allah’ta fani olur,
yani
Cenabı Hakk’ın bizzat terbiyesinde olduğunu,
her şeyi Allah’ın mihengiyle tartması gerektiğini anlar.
Tasavvuftan gaye bu son noktadır.
Risalelerde bu son nokta hemen ilk baştadır,
çünkü zahirden hakikate geçiş bir kademdedir.
Mahluk aynalar olan şeyh, pir, Rasul (ﷺ) perdelerinden geçmeyi beklemeden
direkt Allah’ın terbiyesinde olduğunu talebesine ihsas eder.
Yalnız aşkla değil, acziyle gidebilir bu yolda.
Tasavvuftaki mecazi mahbublar yani insani perdeler Risalelerde yoktur;
onun yerine fenafil ihvan düsturuyla direkt fenafillaha götürür!..
Tıpkı Sahabenin, Efendimiz(ﷺ)’den aldığı
Kur’an dersiyle velayeti kübra makamlarına ulaştığı gibi…
“Malûmdur ki,
in’ikâs ve tebaiyetle,
o nur-u âzam-ı nübüvvetle beraber en azîm bir mertebeye çıkabilir.
Nasıl ki, bir sultanın hizmetkârı
ve onun tebaiyetiyle öyle bir mevkie çıkar ki, bir şah çıkamaz…”
(27. söz,zeyl)
İşe bu yüzden Nurun mesleğine Sahabe Mesleği denmiştir…
Demek; Sünnetin in’ikâs ve tebaiyetle,
Kur’an dersini doğrudan almak,
Sahâbe mesleğinin bir cilvesi ve bu asra yansımasıdır.
Kur’ân ve Sünnet kaynaklıdır. Bütün prensipleri Kur’ânî ve sünnetîdir.
Kur’ân’sız bir Risale-i Nur düşünülemez.
Risale-i Nur’un me’hâzı Kur’ân’dır.
Risale-i Nur kuvvetini bu me’hazdaki kudsiyetten almaktadır.
Nasıl ki Kur’ân Arş-ı Azam’a bağlı ise; Risale-i Nur da Kur’ân’a bağlıdır.
Bu nedenle de Risale-i Nur’un meslek-i âlîsi ve yüksek yolu Kur’ânîdir.
Onun içindir ki;
“Risale-i Nur’un yolu,
mesleği, bu zamandaki hayat şartlarına,
insanların ahvâl-i ruhiyelerine göre en selâmetli,
en kısa ve umûmî bir cadde-i Kur’ân’dır.
Serapa ilim ve tefekkür üzerine gitmektedir!..”
(t.hayat)
“Hem şu tarik daha eslemdir.
Çünkü nefsin şatahat ve bâlâpervâzâne dâvâları bulunmaz.
Çünkü, acz ve fakr ve kusurdan başka nefsinde bulmuyor ki,
haddinden fazla geçsin…”
(26.söz)
bu dört tarik diğer önceki yollara göre daha selametlidir.
Çünkü nefsin şatahat yani gurur,
enaniyet ve temayüz etmek gibi davaları bulunmaz.
Zira acz, fakr ve kusurdan başka kendinde bir şey görmez
ve göremez ki o davalara ve riyakarlıklara tenezzül etsin.
“Hem bu tarik daha umumî ve cadde-i kübrâdır.
Çünkü, kâinatı, ehl-i vahdetü’l-vücud gibi,
huzur-u daimî kazanmak için idama mahkûm zannedip
Lâ mevcude illâ Hû hükmetmeye veyahut ehl-i vahdetü’ş-şuhud gibi,
huzur-u daimî için kâinatı nisyan-ı mutlak hapsinde hapse mahkûm tahayyül edip
Lâ meşhude illâ Hû demeye mecbur olmuyor…”
(26.söz)
“la mevcude illahu” veya “la meşhude illa hu” deyip
Allah’tan maada / gayri bütün mükevvenat, huzuru taammı kazanmak için
ya inkâr ederler veya unuturlar.
Üstadımızın tavsiye ettiği dört hatvede ise;
âlemi unutmak veya inkâr etmek değil,
bütün mevcudatı ve âlemi bir varlık kabul ederek orada hikmetin
ve rahmetin kudret ve hüccetlerini, işaret ve delillerini,
bir asa-i musa gibi
her yerde marifet nuru ile çıkarmaya arif olan
hakikat ehilleri o yolları tercihe muhtaç değillerdir.
Netice itibariyle,
mevcudatı kendi nefsinin acz ve fakrında hiç olduğunu
O’nun esmalarına bir ayinadar olduğunu kabul ederek,
Allah hesabına ve onun mana-yı harfi ile bakmak marifetini göstermektir…
“Belki, idamdan ve hapisten gayet zâhir olarak Kur’ân affettiğinden,
o da sarf-ı nazar edip ve mevcudatı kendileri hesabına hizmetten azlederek
Fâtır-ı Zülcelâl hesabına istihdam edip
Esmâi Hüsnâsı’nın mazhariyet ve âyinedarlık vazifesinde istimal ederek,
mânâ-yı harfî nazarıyla – Kur’an nazarı ile – onlara bakıp,
mutlak gafletten kurtulup huzur-u daimîye girmektir;”
(26.söz)
-Bütün zîhayat, birer muvazzaf mesrur asker,
birer müstakim memnun memurlardır.
Bütün sadâlar ise,
ya vazife başlamasındaki zikir ve tesbih ve paydostan gelen
şükür ve tefrih veya işlemek neş’esinden neş’et eden nağamattır.
Bütün mevcudat, o mü’minin nazarında,
Seyyid-i Kerîminin ve Mâlik-i Rahîminin
birer mûnis hizmetkârı,
birer dost memuru, birer şirin kitabıdır!…-
(2.söz)
İşte böyle; herşeyde Cenâb-ı Hakka bir yol bulmaktır.
Elhasıl,
mevcudatı mevcudat hesabına
hizmetten azlederek, mânâ-yı ismiyle bakmamaktır!..”
(26.söz)
Öteki yolda gidenler varlıktan sıyrılıp,
nefsin keyfi hallerinden uzaklaşıp bazı helalleri bile bırakarak,
nefsin makam ve arzularını reddederek
bir nevi alemle riyazet yaparak terakki etmeye çalışırlar.
Halbuki
Risale-i Nur’un envarıyle zamana,
Havastan, alim ve arif pilotlar, kaptanlar, rektörler, muallimler,
Ekonomistler, doktor, mühendisler, mucitler…v.s. yetiştirmek varken…
Cantın üzerinde araba götürmek gibi…
Bu tarz bir terbiye bu asrın ilcaatına ve ihtiyacatına cevap veremez.
Bütün nebiler
çobanlık mesleği ile velayetinde seyrü sülükünü tamamlamıştır…
Fakat
Risale-i Nur’un Kur’an’dan aldığı yolda ve tarikte
makam sahiplerini makamlarında,
Eğitici eğitimde, talimci talimde,
servet sahiplerini gınasında,
hulâsa;
vazife, vazife içinde edeb ve terbiyesini sünnetle tekamüle erdirmelidir…
Zira ZAHİRDEN HAKİKATE GEÇMEK’ te budur!…
Bab-ı Şefkat NUR